200 YIL EVVELİNİN GÜZELLERİ

0
1084

KAĞITHANE’DE ZENNELER (KADINLAR) — Yukarıdaki resim Hûbân – nâme, Zenan – nâme’dendir. 2650 beyitten meydana gelmiş eserin 79. sayfasını süslemektedir. 200 yıl evvelki giyinişleri içinde kadınların topluca gittikleri Kâğıthane sofasını göstermektedir.

BİR DOĞUM SAHNESİ — Şair ve ressam günün olaylarını fotoğraf gerçeği ile vermişler. Yukarıda devrin bir doğum sahnesi görülüyor… İşin nezaket ve inceliğini dikkate almış sanatçı bir fırçadan çıkan manzara: Komşu kadınlar, ev halkı ve ebe nine ile dünyaya yeni gelen çocuk…

BASKIN SAHNESİ — “Semt ahalisi gelir meydana — Ak sakal kara sakal çingâna — Kapının halkasını tutmuş imam — Belde misvak ve fener elde asa — Şekli destan perişan amma — Diye tecvid ile subhanallah — Semzimiz böyle değildi eyvah!”

18.ASRIN GÜZELLERİ: Şair Fazıl Enderuni der ki: “Âşık saf kalblidir, kutsi bir ömür sürer. Dünyaya ait şeylere önem vermez; altınla toz, onca birdir. Cismani arzulara kayıtsız. Kibar ve cömerttir.” Fakat buna rağmen, şiirlerinde güzele âşık olmanın zevkini ateşin mısraları ile anlatır. O şiirlerin ilham verdiği ressam da şaire başarılı bir nazire yapmış. Yukarıda 200 sene evvelinin tiplerinden birkaçı sırasıyla: 1- Mirasyedi bir Osmanlı delikanlısı, Rum meyhanesinde, Rum çengilerle eğlenirken, 2 – İstanbullu bir Türk dilberi ile halayığı hamama giderken, 3 – İşvelerini çok övdüğü bir Rum güzeli, 4 – Bir musevi kadını, 5 – Ermeni asıllı bir kadın. (Resimler: Üniversitedeki orijinalinden alınmıştır.)

 

Devrinin Meşhur Bir Şairi Ve Meçhul Bir Ressamı Anlatıyor:

200 YIL EVVELİNİN GÜZELLERİ

Derleyen: Turgut Etingü, Fotoğraflar: Ara Güler(1960)

18.Asrın sonlarında idi. İmparatorluk ülkesinin güney yüzünde, Akkâ’nın, Şaft kasabasında dünyaya gözlerini açtı. Alın yazının çizgileri, onun hayat hikâyesini hiç de hoşa gidecek şekilde düzenlememişti. Dedesi sergerde Tahir Ömer Bey, Osmanlı idaresine karşı bu güney bölgesinde isyan halindeydi. Yenilgiye uğrayıp kefaretini başı ile ödedikten sonra, babası Ali Tahir de aynı ayaklanmayı devam ettirme isteğine kurban gitti. İşte çocuk çağındaki şair, bir çırpıda ailesini kaybetti; ortada kaldı. Onu. Kapdan-ı Deryâ Gazi Haşan Paşa, ailesinden kalanlarla birlikte alıp İstanbul’a getirdi. Padişah fermanı ile Enderun’a verdiler.

Enderun, devrine göre, saray içinde açılmış, fakültelerden müteşekkil bir üniversite idi. Soydan şöhretli, beyzade, kişizadelerin çocukları oraya alınırdı. Enderun’da geleceğin hükümet ricali, hattatlar, oymacılar, nakkaşlar, musikişinaslar, şairler; yani devlet idare edecek aydın kimselerle, üstün vasıflı sanatçılar yetiştirilirdi. Onlara, imparatorluğun bu müessesesinde edep ve erkân gösterilir, çok sıkı bir terbiye sistemiyle kafa ve gönül yapıları geliştirilirdi. Buraya alınanların giyim ve kuşam zarafeti kadar, yüz ve vücut bakımından da seçkin olması gerekirdi.

Sergerde Ali Tahir Beyin oğlu, böyle her bakımdan göz kamaştırıcı bir yere verilmişti. Sonradan ona, şair Enderuni Fâzıl denmesi bu sebeptendi.

Daha Enderun’da iken birkaç aşk macerası geçirdi. Nitekim sonuncusu, onun Enderun’dan atılması ile neticelendi. “Fâzılın hali yamandır” diyerek oradan üzgün ayrılır ama bir taraftan da: “Şiveyi aşkı ne bilsin cühela?” mısraları ile kendisini teselli eder.

Enderun’dan ayrılışını takiben tamam 12 yılını İstanbul sokaklarında derbeder geçirdi. Artık kaderinin rüzgârı onu önüne katmış, aşktan yana azat kabul etmez bir köle yapmıştı.

III. Selime sunduğu kasidelerden sonra, nihayet kayırıldı. Kendisine Rodosta bir vazife verildi. Bir zaman geçince Halep Defterdarı oldu.

Erzurum kaleleri ve dolaylarını teftişe memur edildi. Yaradılışında açık elli, para, mal tutmaz, borçtan kurtulmaz olduğu için İstanbul’a yine yorgun, parasız döndü. Alacaklılarını susturmak için kalan eşyalarını da sattı. Fakat tek durmadı. Zaten sözünü esirgemez, pervasız mizacı, hicivci kalemi yüzünden kendisini gammazlayanlar çoğalmıştı. Bu defa Rodos’a sürgün ettiler.

Ne acı tesadüftür ki, Rodos’a ayak bastığı sıra, kendisinden evvel oraya sürgün edilmiş olan III. Selimin akıl hocası ve Reisülküttap Ratip Efendinin boynu vuruluyordu. Bu korkunç hâdisenin etkisinde kalan şairin az zamanda iki gözü görmez oldu. Romatizmaları da arttığından, ayaklan da tutmuyordu. Bu halinden ötürü affa uğradı. Çok sevdiği İstanbul’a döndü. Tamam, 10 yıl, güzellerin en güzelini görmeye alışmış gözleri, boş ve manasız bir karanlığın sınırsızlığına bakakaldı.

Şânizade tarihi, ölümünden bir iki yıl evvel gözlerinin açıldığını yazar. Ama bundan ne çıkar. 1810 senesinin ocak ayında bir gece, kısa bir müddet nuruna kavuştuğu çile dünyasından, bu kez ölümün ebedî karanlığına döndü…

İşte bu talihsiz şairin bize bıraktığı uzun 4 manzum eserinden biri bugün Üniversite Kütüphanesinin paha biçilmesi mümkün olmayan yazma koleksiyonu arasında bulunmaktadır. Adı. Hûbân – nâme (Güzeller Övgüsü) ile Zenân – nâme (Kadınlar övgüsü) dür. Seyyit İhya isminde devrinin hattatlarından birinin elinden çıkma bu eser, 1793 te yazılmıştır. Bilinmez, belki de şair ona dikte ettirmiştir. Fakat eseri çok değerlendiren diğer husus, sulu boyadan yapma, sayfa boyunda 83 resmin bulunmasıdır. 200 yıl evvelinin insanları, giyimleri ve kuşamları hakkında insana gerçek bilgi vermektedir.

Şair bu eserini, sevgilisinin: “Hangi millette güzel çoktur?” sorusuna karşılık yazdığını ön sözünde anlatır. Şair, manzumelerini bu bakımdan bölüm bölüm ayırmış ve her bir bahsi, bir ırkın erkek ve kadın güzellerinin yaşayışı İle başlıca özelliklerine hasretmiştir. Kendisine has üslubuyla bazılarını yerer, bazılarını da över.

Ressam bütün bu tipleri, şayanı hayret bir ustalıkla aslına uygun olarak resmetmiş. Hem de kendisinden hiç bahsetmeden, imzasını bile atmadan, o devir Türk sanatçısına has bir tevazu ile sadece resimlerini bırakmış…

Paylaş

CEVAP VER