CAMI DİLE GETİREN SANATKAR: RESSAM MAZHAR NAZIM

0
1130
Scanned by Scan2Net

Genç ve kıymetli san’atkâr Mazhar Nâzım muharririmize vitray san’atının yeni mimarideki yerini anlatıyor.

Şişlide üstat Hüseyin Cahid’in ve Caddebostanında iş adamı Abdürrahman Narinin evlerindeki vitrayları gördüğüm günden beri, her iyi yapı önünde duruyor, her tarafa bakınıyor ve aradığını bulamayan insanların hüznüyle;

— Yazık, burada da yok.. Diye boynumu bükerek uzaklaşıyorum.

Âlemin evinde, barkında bulunmayan bir güzelliğin tasası sana mı düştü, demeyiniz. Zira o yapılar benim değil ama, şehir benim.

Çünkü vitray denen şiir, bulunduğu ev kadar sokağın, şehrin de bir süsüdür.

Hani, büyük camilerimizin bazılarında, tepe pencerelerinde dümdüz, bembeyaz cam yerine, ışığa perde çeken parça parça, parıl parıl, renk renk camlar vat  dır. O renklere; sertlikten kurtararak daha yumuşak, tatlı bir ton ve birbirlerine eklenişte tam bir olgunluk vererek, hepsini bir içli san’atkâr eliyle bir bambaşka güzellik çerçevesi içinde bir demet çiçek gibi toplayınız.

İşte o zaman; cam denen nesnenin niçin keşfedilmiş olduğunu anlar ve onun pencereleri, bulandırarak örtmekten yahut soğuktan, toz topraktan korumaktan ziyade gönlü açan, ruha ılıklık veren bir tılsım olduğuna siz de inanmış olacaksınız.

Fakat bizde, koca İstanbul’da neden yalnız iki evde vardır da başka yerde yoktur bu vitray?.

Bir vitrayda nefis renkleriyle tesbit edilen cami minaresi.

Ben, hariçte bir çok yerlerde gördüğüm bir birinden güzel vitraylar karşısında; “Ne olur şunlar bizde de taammüm etse..” deyip durduğum zamanlar, biliyordum ki bu temennimin hep suya düşmeğe mahkûm oluşunun tek sebebi, bu san’atın ehlinden mahrum oluşumuzdur (1).

Meğer o da varmış. Hem de altı yedi senedir aramızda yaşıyormuş da haberimiz yokmuş.

Kaç senedir İstanbul’da ve diğer şehirlerde yapılan bunca büyük ve güzel binaları vitray’dan mahrum eden bu “bihaber» oluşun günahı kimde?

Ona sorarsanız; “Ne yapabilirdim ki… Kapı kapı dolaşıp yahut sokak sokak sürtüp, ben vitray yaparım! Diye bağırmalı mıydım?” diyor. Bana sorarsanız, evet aşağı yukarı öyle yapmalı, içimizde bir vitray san’atkârı mevcut olduğunu, her çareye başvurarak, meselâ küçük sergiler açarak, gazetelere yazarak, broşürler neşrederek herkese duy armalı idi.

Böyle yapılmış olsaydı İstanbul’un yeni binalarında meselâ o kupkuru yolcu salonu, Taksim gazinosu, Eminönü Halkevi gibi umumî yapılarla bir çok apartıman, ve villalar yerini başka hiç bir şeyin tutamıyacağı bu güzellikten mahrum edilmiş olmazdı.

Gel gör ki; iliklerimize kadar işlemiş olan tevazu denen illet işte san’atkârı da köşesinde itikâta vardırıyor.

Kıymetli san’atkar Mashar Nazım2ın memleketimize ilk defa getirdiği ve tatbik ettiği vitraylardan bir pencere.

Fakat kimdir bu san’atkâr?

İstanbullular arasında onu görmemiş olan pek azdır: Herkül’ ün torunu denebilecek kadar  benim gibi tahtaya vurmağı unutmayınız  boylu poslu, güçlü kuvvetli, heybetli, dimdik bir vücut, darmadağın saçlar altındaki zeki bakışlarıyla içi gibi dışı da dolu, etli, kanlı canlı bir baş.. Görenler kendi kendilerine sormuş olabilirler: Bir atlet mi? Yoksa bir pehlivan, belki…

Hayır. O; muallim, dekoratör, karikatürist, ressam ve vitray

Feneryolu’ndaki evinin bahçesinde,” iri kestanenin dibinde toplandığımız zaman evvelâ bu bahse dokunduk.

Bizim memlekette san’atkâr, maalesef, her telden çalmak mecburiyetindedir. Yoksa aç kalır.

Mahzar Nâzıma döndüm:

—Doğru mu?

—Galiba öyle… Diye gülümsedi.

—O halde, san’atkâr böyle her derde deva olabilecek şekilde, yani hiç bir şeyinde ihtisas yapmadan, çalıkuşu gibi daldan dala sekerek mi yetişiyor?

Adi cam parçalarını şiir haline getiren vitray denen san’atı şu güzel manzarayı gördükten sonra daha iyi anlıyoruz.

—Hayır. İhtisas yapıyor fakat hayata atılınca yalnız o sahada çalışamıyor, ne bulursa onu yapmağâ mecbur oluyor, meselâ ben.

—Nasıl yetiştiniz?

—Küçükten beri resimi sever, boş zamanlarımda resimle meşgul olurdum. Galatasaray’da okurken büsbütün resime merak saldım ve oradan 928 de Paris’e giderek Tezyini San’atlar Yüksek Mektebine girdim. Böylece beş sene – Maarif Vekâleti hesabına – Paris’te kaldım. Hem okudum, hem de hariçteki cam tezyinatı ve vitray işleri atelyelerinde çalıştım. Bu esnada Paris’teki meşhur Müstemlekeler Sergisi açılmıştı. Giyan pavyonlarındaki vitrayların resimlerini yaptım ve bu çalıştığım müesseseye, büyük mükâfatı kazandırdı. Hayatımda gördüğüm ilk takdir ve taltif işte budur. Nihayet 933 de memleketime döndüm. Evvelâ Çapa Kız Enstitüsünde ve Akşam San’at Mekteplerinde, bilâhare Ankara’daki İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nde hocalık ettim. Bu arada Ankara’da San’at Okulları Sergisinin bütün dekorasyonunu, Galatasaray sergisinde inhisarlar pavyonunu, İzmir’de keza inhisarlar ve Milli reassürans pavyonlarını, Ankara’da Devlet Operasının temsillerindeki dekorları ve muhtelif mecmualarda illüstrasiyonlar ve karikatürler yaptım.

Şimdi de bilhassa Güzel San’atlar Akademisinde muallimim.

Mazhar Nazım, atölyesindeki vitraylardan birini muhabirimize gösteriyor.

—Vitray muallimi mi?

—Daha pek değil… Fakat yakında Akademide “vitray ve mozayik atelyesi” açılacaktır.

—Şu vitrayı anlatır mısınız?

—Bugünkü mimarîde vitrayın yeri büyüktür. Vitray yeni yapıların ayrılmaz bir rüknü olmuştur ve bunu pek tabii bulmak lâzımdır. Artık rağbetten düşen o soğuk, cansız kübik inşaat yerine nizama uyan yeni bir mimarî çıkınca bunda, esas itibariyle gözü okşayan bütün çizgilerle beraber, başlı başına bir güzellik olan vitray da yer almış bulunuyor. Bir evde vitrayın yerini hiç bir şey dolduramaz: Ne halı, ne tablo, ne fidan, ne perde. Hayır hiç bir şey. Avrupa’da ve Amerika’da yeni yapılan garlarda, gazinolarda, otellerde, saraylarda hattâ vapurlarda hep vitraylarla karşılaşırsınız. Meselâ yalnız Fransa da içinde 20 – 30 kişi çalışan bir sürü Vitray atölyesi vardır. Benim çalıştığım atölye Amerika için bile siparişler alırdı.

—Biz de?

—Bilmiyor musunuz? Gördüğünüz iki evden başka bir de Kalkavanların Beşiktaş’taki köşklerine yapabildim.

—Hepsi bu kadar değil mi?

—Ne yapayım. Ankara garına yapmak istedim, olmadı. İstanbul Yolcu Salonuna yapmak istedim, olmadı. Taksim Belediye Gazinosuna yapmak istedim, olmadı. Kısmet, ne denir?

—Nasıl yapılır bu vitray?

—Evvelâ resmi, yani 1/10 renkli maketi çizilir. Buna müteakip tabiî büyüklükte renksiz resmi yapılır. Bu resim üzerine de kalıplar hazırlanır, bu kalıplara göre camlar kesilir. Bu cam parçaları, oluklu kurşun çubuklarla birbirlerine eklenir ve iltisak noktalan lehimlenir. En nihayet – rüzgâra ve yağmura karşı mukavemeti için – kurşun araları bir güzelce macunlanır. Artık iş bitmiştir; götürülür, pano halinde yerine takılır.

Hani; el çabukluğu marifet! gibi bir şey!

Fakat, af buyurunuz ama, kazın ayağı hiç te öyle değil!

Zira, Mazhar Nâzımın bir solukta anlattığı bu ameliyenin evinin bitişiğinde kurmuş olduğu muhtelif atölyelerde bir de tatbikatını görünce anladım ki ressamlık, san’atkârlık cihetini bir tarafa bıraksak dile yalnız teknik ciheti dahi ayrı bir alem..

Sandıklar dolusu renk renk camlar, muhtelif kalınlıklarda boy boy kurşun çubuklar, çeşit çeşit boyalar, mukavvalar, fırçalar, cetveller. Ve sırf bu işe mahsus tezgâhlar, âletler, o kadar ki, makası bile bambaşka bir şey.

– Bütün bu (madde) lerden sonra -daha doğrusu evvel- ise zevk, san’at tarafı var: Bunu kavrayabilmek için de bir o sandıklar içinde uyuklayan camlara, bir de Hüseyin Cahid’in vitrayındaki o nefis Süleymaniye camiine bakmak yeter…

– Fakat aklım hep aynı nokta ya takılı: Ehli sanatkâr var, cam var, kurşun var, lehim, var, bütün lazım olan alet ve edevat var, sonra, memlekette mevzu olacak birbirinden güzel manzaralar var, nihayet yeni yapılmış ve yapılmakta olan irili ufaklı, resmî, hususî binalar var ve bütün bunlarda dört başı mamur bir güzellik arayanlar var. Hepsi var da, vitray neden yok?

Nasrettin hocanın helva hikâyesine mi benziyor? Belki. Fakat buna gülünemez!

Sebebi bulmak lazım. Acaba çok pahalıya mı mal oluyor?

Renkli camlarla vücuda getirilen “Boğaz ve Hisarlar” Mazhar Nazım’ın en güzel vitraylarından biridir.

San’atkâr dostum:

—Hayır, dedi, esas itibariyle fiyat resmin vaziyetine, bağlıdır. Meselâ öyle resimler vardır ki; bir pano da 10 parça camla yapılır, bazen de işte şu, Abdurrahman Naci’nin 50 X 50 panosundaki gibi, buna 130 parça cam kullanılır. Tabiatile 10 patça ile 130 parça arasında işçilik, san’at, vakit, emek vesaire farkları vardır. Parçalar ne kadar ufalırsa işin değeri, hele – san’at tarafı o kadar büyür.

— Kaç türlü vitray vardır?

— İkiye ayırabiliriz. Biri arnuvo denilen muhtelif desenli beyaz camlarla yapılır. Bunların cam üstündeki grenlerinden kontrast temin edilir. – Bir de, doğrudan doğruya – gördükleriniz gibi – renkli camlarla yapılır ve bunda vitray tekniğine uymak şartile her resim yapılabilir.’ Metre murabbaı da 30 liradan 150 liraya kadar çıkabilir.

Binlerle, hattâ on binlerle lira sarf edilerek yapılan binalar için sudan ucuz, bir temelli güzellik!

Mazhar Nâzım ümitsiz değildi. Çünkü son sözlerile şöyle diyordu: –

“— Avrupa’da, bu işin tekniğini – yabancılara kaptırmamak için – bir türlü öğretmek istemeyen atölyelerde tam beş sene göz nuru dökerek, ustalarla ahbaplıklar tesis edip, çeşit çeşit meşru hilelere başvurarak memleketim hesabına çalıştım. Oradan ayrılmak istediğim zaman bırakmıyorlardı, fakat ben yurdumda da aynı güzellikleri yaratabilmek için durmadım, koştum geldim. Vakıa henüz muradıma erebilmiş değilim. Ancak: eminim ki; âdi cam parçalarını şiir haline getiren vitray denen san’atın kıymeti bizde de anlaşılacaktır. Bir güneş memleketi olan bu diyarda bunun takdir edilmemesine imkân ve ihtimali yoktur.”

Allah, bu diyarın güzelliği namına, Mazhar Nâzım’ı bir inkisarı hayale uğramaktan esirgesin.

Yazan: KANDEMİR (Yeni Mecmua 1940)

(1) Hep biliyoruz ki; meselâ Haydarpaşa garında, Ankara Ziraat Bankasında ve İzmir İş Bankasındaki tatsız tuzsuz renkli camlar avuç dolusu paralara mal oldukları halde zerre kadar san’at kıymetleri olmayan aşağılık şeylerdir ve bunlara vitray denemez.

  • tag
  • CAM
  • GÜZEL SANATLAR
  • RESSAM MAZHAR NAZIM
Paylaş

CEVAP VER