
YERYÜZUNDE ve bilhassa yeryüzünün bugün Yakın Şark adı ile andığımız kısmında sayısız medeniyetler doğmuş, büyümüş ve harap olmuştur. Bunlar toprağın bir köşesinde mevsim mevsim inkişaf eden baharlara benzerler. Muayyen bir zamanda kuru toprağın üzerinde bir yeşerti peyda olur; arkasından otlar, ağaçlar büyür, dikenlerden sonra çiçekler açar, meyveler sararır, kızıllaşır, sarmaşıklar biri birine kol salar, akarsular üzerine eğilen dallar kuş yuvaları ile dolar, çiçekli yollarda ceylânlar, karacalar koşuşur. Ve insanda öyle bir duygu hâsıl olur ki, bu dekor ebedîdir, bu toprak parçası artık değişmeyecek katı nizamı almıştır.
Fakat hayatın bu bahar veyahut yazı nihayet bir mevsimlik bir ömre maliktir; mevsim ve iklim tesirleri altında havalar bulanmaya, rüzgârlar esmeye, ağaçlar kırağılarla ve ara sıra yağan yağmurlarla ıslanmaya başlar. Toprak bir kuru yaprak sergisi halini alır ve nihayet bu son hayat izlerini büyük rüzgârlar süpürür, üst üste yağan kar kat kat tabakalarla örter ve ortada hayattan mahrum kupkuru ve çırılçıplak bir toprak kalır. Ancak bir mevsim önceki zenginlik gibi bir mevsim sonraki bu yoksulluk ve haraplık manzarası da geçicidir. Günün birinde yine rüzgârlar değişecek, güneş yeniden ısınıp parlamaya başlayacak ve bir evvelki mevsimin toprakta gömülü tohumlarından yeni bir bahar ve yeni bir hayat doğacaktır.
Tarihin en eski zamanlarından beri medeniyetler bu baharlar gibi, daima birbirlerini takip etmişlerdir. Bunların birçoğunu bilmiyoruz. Fakat bir kısmından binalar, köprüler, kemerler, türbeler, çeşmeler ve ufak büyük birçok eşya kalmıştır. Yeni medeniyet mütemadiyen toprakları kazıyor, harap ve kırık dökük bir halde de olsa geçmişin bu yadigârlarını meydana çıkarıyor, bazılarının üzerindeki yazıları büyük bir gayretle hecelemeye uğraşarak onları mazinin boşluğu içinde bir sıraya koyuyor; hayalimizde bize eski mazimizin bir nevi panoramasını seyrettiriyor. Varlıklarından bir eser bırakmayan millet ve medeniyetler ahlâk için çaresiz bir surette mahvolmuşlardır. Hatta bir telâkkiye göre eser bırakmamış millete medeni sıfatını vermek bile doğru değildir.
***
Eski Türkler başta olarak Sümerler, Elamlar, Etiler, Geldan ve Asûriler, Greko – Romenler bunların başlarında gelir. Hepsinin birer canlı tarih demek olan maddî eserlerden meydana gelmiş birer müzeleri vardır ve müzeler, yapılan yeni kegiflerle seneden seneye zenginleşmektedir.
Bunların arasında yalnız bir tanesi vardır ki, ne bina, ne köprü, ne su bendi, ne herhangi bir eser bırakmış değildir. Mezarlığından hiç maddî bir eser kalmamış olan bu millet ve medeniyetin bugün nam ve nişanı kalmış olmamak lâzım gelirdi. Fakat onun bugün ötekilerden çok fazla bir kuvvetle kafalarımızda, kalplerimizde yaşadığı büyük bir hakikattir. Bu medeniyet İsrail çocukları medeniyetidir. Onların eser namına bıraktıkları şey, bir kitaptan ibarettir. Hattâ kitap bile değil, hayal dolu bir efsaneler serisi: Tevrat.
Tevrat taş, maden gibi asırlara en çok dayanıklı maddelerden meydana getirilmiş abidelere mukabil hiç bir maddî varlığı olmayan sözden ve hayalden yapılmış bir abidedir.
O insanlığı en çok meşgul eden davayı, kendi yaradılış davasını karanlıkta kalmış tarihini şiir dolu masallarla halletmiş ve izah tarzını müspet tarih ilmiyle rekabet edecek bir kudretle insanlara kabul ettirmiştir. Topraktan yaratılan Âdem, onun kürek kemiğinden çıkarılan eşi Havva ve onların bir İlâhî şiir havası içinde türeyen çocukları hikâyesi insanların en büyük kısmı için (bütün zihnî meraklarını tatmin eden ve onu başka araştırma yollarına saparak tereddütlere düşmekte müstağni bırakan) kendi tarihi, kendi hakikatidir. Fazla olarak bu efsanelerin her biri bir semboldür ve heyeti umumiyesi asırlar içinde tevali edecek sayısız milletlere hayatları ve cemiyetleri için arayacakları nizamın ana hatlarını çizmiştir.
* * *
Bu sembolik efsanelerin en güzellerinden biri Âdem ile Havvanın dünya cennetindeki maceralarıdır. Tarihe göre insanlar kendilerini hayvandan fark ettirmeyen bir iptidaîlik içinde doğar, sonradan tekâmül ederler. Tevratın lejandına göre Âdem ile Havva her türlü kemale sahip olarak yeryüzüne gelmişlerdir ve kendi suçları eseri olarak sonradan düşmüşlerdir. Terakki ve kemali sona koyan nazariyeye karşılık onu öne kayan nazariye. Bu nazariyeye göre her insan kendini kendi suçu vb kendi zaafı ile düşmüş bir asilzade, bir hükümdar daha iyisi bir peygamber çocuğu gibi görür ve hayatta kendini ıslah ile mükellef hisseder.
Âdem ile Havva lekesiz ve kusursuz yaratılmışlardır. Fakat elma Havvaya, Havva da Âdeme yolunu şaşırtmıştı. O halde Tanrının en özene bezene yaratarak dünyaya gönderdiği yeni şaheseri ilk adımda fesada ve fenalığa sevk eden ve onların bütün zürriyetlerini menşedeki günah damgası ile damgalayan elma nedir?
Elma insandaki fesat ve fenalık meyillerinin, daha açıkçası ihtiras ve aşkın sembolüdür. Havvayı çileden çıkaran elma, tombul ve kırmızı yanaklı, masum kokulu bildiğimiz elma değil, kadını erkeğin kucağına, kollarına atan aşk duygusudur, Aşkı bütün acı ve tatlı zevkleri, sarhoşlukları ve zehirlerile çok daha iyi temsil edecek bunca meyve varken kızıl tombul yanakları, basit lezzetiyle sade bir köy kızına benzeyen masum elmayı seçmek niçin? İhtimal bu fesadın, fenalığın, aşk ve ihtirasın iptidada masum bir kıyafete bürünerek insanları daha kolay aldatmasından kinayedir.
***
Şimdi Tevratın efsanesi karşısında kendi kendimize soracağımız bir mesele var. Elma olmasaydı, Havva doğmasaydı hayat acaba ne şekil alacak, insaniyet ve medeniyet nasıl bir inkişaf gösterecekti.
Elma olmasaydı, Havva doğmasaydı Âdem baba dünya cennetinde dikilmiş bir servi gibi dümdüz, sessiz ve hareketsiz bir mahlûk olacaktı. O ihtiyar bir ağaç gibi çöküp çürüyünce yerinde başkaları bitecekti ve dünya tarihi dümdüz, sessiz ve hareketsiz bir sıra servi ağacının hikâyesi olmayacak mıydı? Ne bir hırs, ne bir büyük heves ve arzu, ne insanlar arasındaki sonu gelmez didişmeler fakat ne de bu rekabetlerin neticesi olan büyük hamleler, ilim, fen, şiir vesaire.
Öyle görünüyor ki, insanı nihayetsiz kemallere müsteit bir mahlûk yapan iki âmil vardır. Biri bütün cazibeleri, kendine mahsus zâaf ve kuvvetlerile kadın ve aşk, ikincisi insanı evvelâ düşürür gibi olan fakat sonra düştüğü yerden en İlâhî yüksekliklere doğru kaldıran dünya hırsları.
Tevrat bile elma masalının arkasından gelen efsanelerinde kendi ilk hükmünü nakzetmiş, en makbul insanların düştükten sonra kalkan, suçundan dolayı pişmanlık duyan ve büyük hareketlerin fedakârlıklarla onları tamir edenler arasından yetiştirdiğini teslim zaruretinde kalmıştır.
Elma olmasaydı, Havva doğmasaydı dünya büyük bir mabede, hayat bir ağızdan okunan bir dua ve İlâhiye dönecekti. Servi gibi dümdüz, sessiz ve hareketsiz bir cemaat içinde yaşıyacaktık. Yeryüzündeki fenalıklara, haksızlıklara karşı insan ruhundan yükselen İlâhî isyana, en düşmüş ruhlardaki kalkınma ve temizlenme ateşine, ülvî merhamet ve şefkate, hâsılı hayata yaşamak zahmeti veren güzel şeylerden hiç birine şahit olmayacaktık.
Celâl Sezen