Birinci Ahmed’in devrinde, saraydaki kadın cinayetleri çok korkunç bir şekil almıştı. Her gün birkaç tane masum ve güzel genç kız boğulup denize atılıyordu.
***
Henüz dokuz yaşındaki kızının düğünü Mahfîruz Sultanın ruhunda bir dönüm noktası olmuştu. Kendisi ancak yirmi beş yaşlarında vardı.’ Vücudu olgun ve dolgundu; her zamandan kuvvetli ve genç olduğunu hissediyordu; şakaklarındaki bir kaç beyaz saç onun suratına çarpılan ihtardan farksızdı; lâkin onları yoldu ve unuttu.
O ne zengin cihazdı: işlenmiş altından bir mücevherat mahfazası, Firuze ve yakutlarla süslü terlikler, kenarları altın yaldızlı Kuranıkerim, elmas kopçalar, içinde yüz altmış bin liralık elmas ve inci bulunan küçük sandık; taçlar, küpeler, gerdanlıklar, yüzükler, kemerler, yığınyığın ipek ve atlas kumaşlar!..
Hele gelin alayı: her biri binlerce lira değerindeki hediyeleri yirmi yedi kişi taşıyordu; iki tarafında birer zenci hadımın yürüdüğü kafesli on bir tahtırevanın içerisi en güzel cariye ve hizmetçilerle doluydu. Atlara bindirilen ve baştan ayağa kadar ipekler içinde yirmi sekiz cariyeyi yirmi sekiz hadımağası yedekte götürüyordu. Çadırlar, sırmalı ve klaptanlı kumaşlar iki yüz hayvana yüklenmişti.
Gelinin damat sarayına götürülmesi daha muhteşem olmuştu; kafilenin önünde beşyüz yeniçeri yürümüştü; vezirler, hocalar, sarayın ve devletin büyükleri yaya yürümüşlerdi. Mehter takımı, Mısır muzikası, zurnacılar ve davulcular ortalığı coşkun besteler ve şarkılarla çınlatmışlardı. Mum ve gümüşten yapılan nahiller sokak ve caddelere sığmamıştı; tersane işçileri, engel olan evlerle dükkânları hemen yıkmışlardı. Köleler, cariyeler, tahtırevanlar, dört kır at koşulu ve her tarafı altın işlemeli saltanat arabası, yüzleri yaşmaklı fakat saçları dalgalı genç ve güzel bir çok kızlar…
Artık kaynana olmuştu; birkaç sene sonra büyük anne olacağına da şüphe yoktu. Birinci Ahmet artık onu sever miydi? Hiç ümit etmiyordu ve bu ümitsizlik genç kadının uysal, sevimli ruhunu, hırçın ve zalim yapıyordu.
Padişah yazı geçirmek üzere vaktiyle Safiye Sultanın yaptırmış olduğu Davutpaşa sarayına gitmişti. Havuzlar, fıskiyeler, her çeşit ağaç ve çiçeklerin süslediği bahçelerde cennet hayatı yaşıyormuş; öyle cariyeler varmış ki Osmanlı sarayında bu kadar güzellerin bir araya geldiği hiç görülmemiş. Mahpeyker adında olanı birinci Ahmet çılgınca seviyormuş.
Kızlarağası Mustafa Ağa diyordu ki:
— Sultanım, haremde hep böyle olagelmiştir. Sizin şimdi Valide Sultan yerini tutmanız gerektir. Lâzımdır ki harem halkını idarenize alasız ve padişahımıza cariye verilecekse anı dahi ellerinizle hazırlıyasız! Mahpeyker dedikleri cariyenin hoşa gitmesi bu yüzdenmiş; padişahımız bir kızı arzuladığında canla başla hizmet edermiş!
Bir kadın için bundan daha acı bir hakikat olamazdı. Aşkından başka şerefi de tehlikeye girmişti; hattâ kaybedilmişti. Padişahı yeniden kazanmak çok güç, daha doğrusu imkânsızdı; zira on beş o sekiz yaşlarında henüz anne olmamış körpe ve cilveli kızlarla atbaşı gidemezdi; fakat hiç olmazsa şerefini kurtarmak kabil değil miydi?
Kararını verdi: o da kendi dairesine en güzel cariyeler alacaktı; yenilerini bulmak üzere Kızlar Ağasına, Müftüye, Kapıcılar kethüdasına, hattâSadrâzama emirler verecek, kesenin ağzını alabildiğine açacaktı.
Sonbaharda Padişah Topkapı sa-rayına döndüğü zaman ona şöyle bir tezkere gönderdi:
“Benim saâdetlû, heybetlû, celâdetlû Hünkârım; hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Siz bulunmadığınız zamanlar bu yerler kati zulmet ve kasavet üzere olup şimdi nur ile dolmuştur. Hizmetinizde bulunamamak bir büyük dert idi. Şimdengerühâtırışeriflerini hoşça kılmak üzere gayreti elden bırakmayız. Dahi nice perlpeykerleribezminize isal kıluruz. Ayaklarınızı öperim.”
Birinci Ahmet bunu pekiyi karşıladı; çünkü saray içindekiler arasındaki ihtilâflar onu rahatsız ederdi. Yalnız eski bir aşkla değil şükran hisleriyle de bağlı olduğu Mahfiruz Sultanın saray âdetlerine uyması, padişahın sık sık çeşitli kadınlarla münasebetini hoş görmesi, hattâ onun heveslerine hizmet etmesi lâzım geldiği halde aksi bir vaziyet takınmıştı, can sıkıyorlardı; demek ki artık akıllanmıştı.
Padişah yüksek bir iltifat eseri olarak onun tezkeresine cevap bile yerdi : “Hoşnut oldum.”
Birinci Ahmedinkızkardeşi Fatma Sultan onu son zamanlarda sık sık yalısınyapıyordu. Bu eğlencelerin başlıcası da yeni cariyelerini tanımaktı. Bu seferkiler arasında bir habeş güzeli vardı: uzun ve kıvırcık kirpikli iri gözler, küçük ve tepesi yuvarlak burun, çıkık yanaklar, etli dudaklar, mini mini bir ağız, dışıkların arasından ara sıra görünen bembeyaz dişler, uzunca bir boy, kıvrak bir vücut. Genç kızın yüzü ve vücudunun acık yerleri açık kahve revünde parlak ve ince bir kadifeyi andırıyordu.Kıvırcık saçlar onun yüzüne güzel bir çerçeve örüyordu.
Padişah ona uzun uzun baktı ve sordu:
— karanfil nereden gelmiştir? Bir eşin bulmak mümkün müdür?
—Onu saadetlû hünkârım için hazırladım.
—Pek şirin!
Cariye saraya geldiği zaman Mahfiruz Sultan dehşetli bir yumruk yemiş gibiydi; onu çamaşır hizmetine verecekti:
—Bu da mı benden üstün tutuluyor?
Dedi ve bağırdı:
—Götürün!
Sürükleyerek götürdüler; cariyekoridorları kısık haykırışlarla dolduruyordu; bağırıyordu, ihtarların faydası olmuyordu; kendisinin hünkâra gönderildiğini intikam alacağım söylüyordu. Mahfiruz Sultan kızdı; kalfalardan birine emretti:
—Bana Davut Ağayı çağır!
Hazinedar Ağa gelince iki elininbaş ve sehadet parmaklarını birer kıskaç halinde birbirine yaklaştırarak:
—Sustur!
Dedi. Davut Ağa baş eğdi; birkaç adamla birlikte kızı bodrum katının merdivenlerine doğru götürdüler. Bir müddet sonra içlerinden birinin sırtında dolu bir çuval olduğu halde araba kapısından çıktılar: deniz tarafındaki yolda kayboldular. Haremi dolduran yüzlerce genç kızın ve birçok hadımların arasında sessiz birdehşet hüküm sürmeğe başladı.
Akşam Kızlar Ağası Birinci Hasekiye sokuldu;
—Efendimiz, Fatma Sultanın gönderdiği cariyeyi istiyor!
Bu fana bir haberdi, lâkin çaresi bulundu çamaşır hizmetlerinde kullanılan Habeşcariyelerden birine bozdurulan cariyenin elbiseleri givdirildi; padişahın yatağına götürüldü: genç adamınheyecanı vaktin biraz geç oluşu mumların titrek ve solgun ışıkları meydana çıkmasına mâni olmuştu. Cariyeyeverilen ihsan pek yüksekti; bundan başka macerasını başkalarına söylemesi, bu sözlerin bir gün padişahın kulağına gitmesi uzak bir ihtimal değildi; Mahfiruz Sultan gene Davut Ağayı çağırdı; cariyenin talii evvelkinin ayni oldu.
İlk zamanlarda, padişahın fazla hoşuna gidenler, bu yüzden şımaranlar, hele gebe kalanlar hemen boğduruluyordu; daha sonra bir defa hünkârın yatağına girmiş olanlar bile kurtulmuyorlardı.
Haremdeki sessiz dehşet gittikçe artıyordu; ortadan kaybolan cariyeleri soranlar şu cevabı alıyorlardı:
—Boğdurulmuş!…
Eskiden hünkârın koynuna girmek büyük tali sayılıyordu; şimdi böyle bir tn’ibökese dehşet veriyordu; kimse istemiyordu. Padişahla baş başa kalanlar da bir seysöyliyemiyorlar; solgun, titrek vücutlerini rastgele genç adamın araşma bırakıyorlardı; çünkü boğdurma emirlerinin padişah tarafından verildiğini sanıyorlardı. Mahfiruz Sultan her ihtimale karşı haremdeki carivel erden birini seçiyordu; yeni gelenleri ayrı tutuyor, eskilere konuşturmuyordu: o zaman zifaf gayet tabii geçiyordu: farkna varanlar da olmuyordu.
Fatma Sultan bu sefer ufak tefek olgun bir kız. göndermişti: onun bir nişanlısı varmış ve çok seviyormuş Giydirip hazırlayanlardan bir kalfa fırsat bulup ona sordu:
—Bu zifaf elbisesinin kefen olacağını Fatma Sultan sarayında biliyorlar mı?
Genç kızın gözleri merak ve hayretle acildi: bir kaç fısıltı her şeyin anlatılmasına kâfi geldi.
Gene kız pek kederli görünüyordu; hâlbuki son zamanlarda getirilen cariyelerin hemen hepsi sevinçli idiler.
Padişah yaklaştıkça cariye kaçıyordu. Bu terbiyesizlikti, Fatıma Sultanın cariyeleri arasından böyleleri hiç çıkmamıştı. Fakat padişah kızmıyordu, zira pek hoşuna gitmişti. Hattâ ismini hatırlıyordu; sordu:
— Senin adın Gülendam değil midir?
—Evet Şevketlû hünkârım
—Niçin titrersin ve ceylân misali kaçarsın?
Genç kız onun ayaklarına kapandı; sarsıla sarsıla ağlamağa başladı; sonra basını kaldırdı; gözlerinden yaşlar akarak yalvardı:
—Saadetlû hünkârım, beni bağışlayın!
—Niçin? Hasta mısın?
Padişah onun alnına elinin tersini kovdu; gözlerinin içine baktı:
—Yalan söylersin, kâfir!
Sonra kasları çatıldı: dişleri sıkıldı; başını sağa sola salladı:
—Niçin gitmek istersin? Bu nice terbiyedir!
Kız daha çok sararmıştı; daha çok titriyordu. Yeniden ayaklarına kapandı:
—Padişahım, korkarım!
—Benden mi?
—Hayır!
—Ya kimden korkarsın? Çabuk söyle!
—Bilmem… Bilmem!..
—Söyle diyorum, niçin korkarsın?
—Beni de boğarlar!
—Boğarlar? Kim boğarmış?
Gene kız kesik kesik hıçkırarak anlattı. O zaman padişah yerinden fırladı; ellerini birbirine vurdu: Kızlar Ağası kamda göründü. Birinci Ahmet yumruklarını sıkarak onun üstüne yürüdü:
—Bre Mustafa dedikleri kazık kılıklı herif! Sarayda benden fermansız insan mı boğarlarmış? Bak ne dir?
—Padişahım, bana dahi biraz önce söylemişlerdir; tahkik etmekteyim, elbet arz ederim.
—Hemen şimdi bilmeliyim! Al bu kızı da önüme düş, Birinci Hasekinin dairesine gideceğiz!
Koridorlarda sessiz koşuşmalar, fısıltılar oldu. Birinci Haseki bu vakitsiz ve hiç beklenmeyen ziyaretten şaşırmıştı; Padişahın gözlerinde dehşetli bir kin parıldıyordu; kalfalar, ustalar çağırıldı; çabucak, âdeta bir divan kuruldu. Her şey asla inkâr edilemeyecek şekilde belli oldu. Birinci Ahmet:
— Bir değnek verin!
Diye bağırdı; sonra eski sevgilisinin üstüne atıldı; vurdu, vurdu; rastgele vurdu. Koca sarayda değnek seslerinden başka çıt yoktu. Birinci Haseki elleriyle yüzünü kapamış, iki büklüm olmuş, yere kapanmıştı. Padişah hıncını alamıyordu; sopayı fırlattı; belindeki mücevherli hançeri çekti. Yalvarmak için başını, kaldıran Hasekinin yüzünü boydan boya yardı ancak o beyaz yüzde gittikçe büyüyen kırmızı lekeler genç Padişahı biraz yatıştırmıştı. Çekilip gitti, Padişah olduğundan beri ilk defa olarak odasında yalnız kaldı.
Ertesi sabah Mahfiruz Sultan Eski Saraya sürgün edildi. Osmanlı sarayında vakit vakit kadın rekabeti yüzünden çıkan faciaların birisi de böylece sona erdi.