İstanbul’un göbeğinden koparılıp da denizin ortasına fırlatılmış atılmış bir parça gibi mavi suların kucağında, uyuklayan, ancak geceleri ışıklı gözlerini kıpırdatan Kızkulesi’nin önünden geçerken, yahut uzaktan, kıyılardan, tepelerden bakarken, bilmem hiç aklınıza gelir mi ki, orada, gözlerinin önünde serilmiş duran bu güzel şehre, uzaktan baka baka ömrünü geçiren bir Mustafa vardır.
Bu adam, koca İstanbul’un bütün gürültüsünden, şehrin bütün hareketinden uzak, tek başına orada yaşıyor.
Bu bir fener bekçisidir ki, dünyanın dört bir tarafından gelib geçen irili ufaklı vapurlara kâh Karadenizin, kâh Marmaranın köpüklü yollarını göstere göstere, sessiz sedasız, boynu bükük, gece gündüz kendi içile konuşa konuşa, ömrünün yollarını aşıb duruyor.
Kayıktan, bu sükûn ve inziva âlemine ayak atar atmaz Mustafayı karşımda buldum. İçim birdenbire bir yalnızlık acısile sızladı ve ona sordum :
—Mustafa burada tek başına canın sıkılmıyor mu?
Güldü :
—Onu, sen, babana sor! dedi.
Mustafanın bu sözü, yersiz değildi. Çünkü yirmi sene evvel benim babam da Kızkulesinin bekçisi idi. Ve bugün Kız kulesinin biricik yadigârı romatizmalarile köşesinde oturan babam, şimdi Mustafadan istediğim cevabı bana kaç defa vermişti:
—Can sıkıntısı mı?.. Kızkulesinde bekçilik etmiyen bunun ne olduğunu bilemez…
Mustafa büyük bir kapının demir kanatlarını araladı, o önde, ben arkada içeri girdik.
—Burada hiç korkmaz mısın Mustafa?
—Neden korkacağım… Mübarek yere in cin bile uğramaz ki…
Ve birden aklına fena bir şey gelmiş gibi:
—Yoo… Dur, – dedi – büyük söylemiyeyim, korkarım, korkarım… Zelzeleden korkarım… Geçende zelzele olduğu vakit sen beni görmeli idin..
Denizin ortasında yapyalnızım.. Ne kaçacak yer var.. Ne sığınacak bir köşe.. Hele can yoldaşı..
Bekçi Mustafanın gözleri masmavi sulara daldı.. Ve sesi derinden çıktı:
—Aman yer sarsılmasın da…
Hoş buna yer de denemez ki, burada su mu sarsılıyor, kaynıyor, yer mi yerinden oynuyor, o bile anlaşılmıyor.
Ona sordum:
—Peki, burada, başından hiç garib vak’alar geçmiyor mu?
—İlâhi bayım… Burada vak’a mı var ki, garibi olsun… Ama, dur, epi oluyor, hani tekkelerin kapandığı vakitler.. Bir gün şuracığa bir kayık yanaştı, içinde çarşaflı iki bayan.. Birisinin elinde koca bir paket.
Bana doğru ilerlediler, ellerindeki paketi uzatarak dedilerki:
—Burada erenlerden biri yatıyorya… Allah aşkına şu mumları onun başı ucunda yak…
Kahkahamı zorla tuttum:
—Bayanlar… Burada yatan benden başkası yok… Benim de ermişliğim olsaydı, çoktan buradan uçar giderdim…
Fakat gitmezler… Ayak direr dururlar… Nihayet güç hal ile mumlarile beraber sandala bindirebildim.
—Peki Mustafa, hiç merak etmedin mi, bu Kızkulesi neyin nesiymiş…
—Merak etmez olur muyum.. Derler ki Bizans kâhinlerinden biri, Konstantine kızının bir yılan tarafından öldürüleceğini bildirmiş.. Bunun üzerine Kostantin kızını evvelâ Ayasofyada yaptırdığı bir tabuta koymuş, fakat içi rahat etmemiş, işte o zaman bu kuleyi yaptırarak kızını buraya kapamış… kapamış ama, yılan pek inatçı, zorlu imiş ki bir üzüm küfesi içinde gelmiş gene kızın canına kıymış…
Bu hikaye doğru mudur, değil midir bilmem, kitablarda da şöyle yazar:
“Hero adında gayet güzel ve genç bir rahibe Amidoslu Leandr ismindeki bir delikanlıyı sevmiş.. Bu delikanlı her gece Marmara yolile gelir, Hero’yu ziyaret edermiş. Bir gece müthiş bir fırtınaya tutulmuş, burada boğulmuş.. Hero da bu ayrılığa ve acıya dayanamamış kendini buracıkta fırlatıp denize atmış, işte bunun için de frenkler bu kuleye Leandr kulesi derlermiş.”
Mustafayı suların koynundaki bu sessiz yuvasında yalnız bırakarak dalgaları aştık, gene şehrin gürültüsüne karıştım.
A. İhsan ŞENSOY