MAVİ IŞIKLAR RÖPORTAJ

0
897

Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenler silsilesiyse,bu sanki Mavi Işıklar’ın solisti Nejat Toksoy’un macerası üzerine modellenmiş gibi. 1950 ve 60’ların sakin İstanbul’unda kıt kaynaklarla ulaşılabilen rock’n’roll’a merak sarmış. 18’inde, o zamanlar insanların rüyalarını süsleyemeyecek derecede uzak olan Amerika’nın Los Angeles’ında kendini surf, garaj grupları ve kızıl saçlı dilberlerin arasında bulmuş… Döner dönmez kurduğu grupla ülkenin pop ve rock tarihine geçecek bir kariyere imza atmış, 70’lerin en ilerici gruplarından birinde yer almış derken kendini acımasız ticaret hayatının içinde bulmuş. Güzel ve sevgi dolu bir aile babasıyken hem eşini hem de ikinci evladını kaybetmiş. Yıllar sonra ilk aşkının Amerika’daki her şeyini satıp savıp gelmesi ve onunla tekrar kavuşması da hayal gücü havsalasının alamayacağı diğer şeyler.

Mavi Işıklar bu ülkenin kendi içinden Batı müziğiyle karşı karşıya kaldığında göreceği en iyi oluşumlardan biriydi. “Temiz çocuk rock’n’roll”uyla başladılar, fuzz gitarlı gümbür gümbür bas ve davullu psychedelic kafalarla ama çok temiz bir pop hassasiyetini de elden bırakmadan kariyerlerini bitirdiler. Dönemin koşullarına saydırmaktan başka elimizde bir şey yok; bu ülkeden çıkabilecek belki de 70’lerin en enteresan LP’lerinden birini çıkartamadan dağılan Ağrı Dağı Efsanesi grubu da tarihteki yerini aldı. 2000’lerde Mavi Işıklar tekrar aramıza katıldı ve teknoloji ilerlese de zamanının rock dokunuşunu ve ruhunu en berrak şekilde konserlerinde hissettirmeyi başardılar. Nejat Toksoy hep oradaydı.

Arka fona Mavi Işıklar ve Ağrı Dağı Efsanesi kayıtlarını koyuyorsunuz bunu okurken; ama mesela The Trashmen’den bir “Surfin’ Bird”, The Kingsmen’den bir “Louie Louie”, efendime söyliyim The Surfaris’den bir “Wipe Out”, Rolling Stones’dan bir “Play With Fire”, hadi bir de Shocking Blue’dan “Send Me A Postcard” da koyuverin yahu. Hatırım için!

Nostalji kavramı şu aralar pek popüler. Herkesin dilinde, herkesin bir anlayışı var. Bizim ise nereden gelip nereye gittiğimizi anlamamıza ışık tutuyor. Bu açıdan 60’lar ve 70’leri dolu dolu yaşayan gerçek bir efsaneye sözü bıraktık. Karşımızda Mavi Işıklar’ın solisti Nejat Toksoy.

 

Çocukluktan ergenliğie uzanan süreçte büyüdüğünüz semti ve Istanbul’u nasıl hatırlıyorsunuz? O günlerin havasını bugünlere nasıl aktarabilirsiniz?

Gruptaki beş kişinin beşi de tam anlamıyla katıksız Istanbul çocuklarıydı. Hiçbirimiz başka bir şehirden göçmüş değildik. Tabii Istanbul’da bugüne kıyasla çok daha saf bir kültür vardı. Göçler daha başlamamıştı veya daha çok yeniydi. Ben Aksaray’daydım. Çetin ve Metin ise Fındıkzade’deydi. Aksaray’ın artık hepsi yıkılmış eski ahşap evlerinden birinde doğmuşum. Nüfus çok daha azdı. Aramızdaki arkadaşlık bağı çok güçlüydü. Zaten sadece müzikle sınırlanmayacak türde bir dostluk vardı aramızda. Özellikle Çetin ve Metin ile arkadaşlığımız 1960 yılına gider; Mavi Işıklar’dan bile önce yani. Halen de arkadaşlığımız sürüyor. Mavi Işıklar’ı tamamen amatör saiklerle kurmuştuk. Aklımızda profesyonelliğe dair hiçbir beklenti yoktu. Gruptaki temel öğe arkadaşlığımızın gücüydü. Ne zaman Hürriyet’in düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasına girdik (1965) her şey o an değişti. Beraber vakit geçirmekten keyif alan çocuklardık. Her şeyden önce eğitimlerimize önem veriyorduk. Üniversite sınavlarını istediğimiz doğrultuda kazanmak sadece ailelerimiz değil, bizim de öncelik verdiğimiz şeydi. Müzik o ikincil önemdeydi. Dönüp baktığımda görüyorum ki hepsini bir şekilde başarmışız. İçki ve narkotik maddelerden de uzak durarak var olduğumuzu söylemek isterim. Gerçi o günlerde uyuşturucu kullanmak akla hayale bile gelmiyordu, narkotik maddeler sanki daha keşfedilmemiş gibiydi (gülüyor). Onlar toplumsal hayatta ve müzikte çok sonra belirdi. Yine çok net görüyorum ki sanatsal ve müzikal olarak bugüne gelen ne varsa 1960’larda başladı; özellikle Beatles çok büyük mihenk taşıdır. “Keşke 60’lı yıllarda yaşasaydık ya da gençliğimiz o zamanlarda geçseydi” diyenlere hak veriyorum. Harika bir gençlik geçirdik diyebilirim.

Size çok şey kattığını söylediğiniz, çok genç yaşta çıktığınız bir ABD seyahati var. Nasıl gerçekleşti?

AFS (American Field Service) vakfından bir burs kazanmamla oldu. Dünyanın her yerinden lise öğrencilerine tek senelik burs veren bir öğrenci değişim programı. Ben Istanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. Bizim okuldan ilk olarak altı, sonra da üç kişi son mülakata kalmıştı. Bu mülakatta her birimize “Bir ülke için en önemli şey nedir?” diye sordular. Herkes tarımdır, sanayidir falan diye kendisine göre yanıtladı. Sıra bana geldiğinde, “Bir ülke için en önemli şey halkının ortak bir idealinin olmasıdır” diye cevap verdim. Halen de öyle olduğunu düşünürüm. Günümüzdeki durum malum; müzikten politikaya, toplumsal hayattan dine her şekilde bölünmüş durumdayız. Darmadağınız. Yanıtım işe yaramış olmalı ki burs bana çıktı. Tabii büyük bir şanstı benim için. Orada 1963 yazından 1964 yazına şahane bir yıl geçirdim. Linda’yı da orada tanıdım ve anında vuruldum. Hayatımda gördüğüm en güzel kızdı.

(Burada Linda Wright söz alıyor) Hem iyi bir öğrenci hem de yabancı şarkılar söylüyor olmasıyla okuldaki öğretmenlerinin gözünü doldurmuş olmalıydı. Amerika’ya, benim kasabamın da içinde bulunduğu Los Angeles’a gelmişti. Orada yanında kaldığı ve onun sorumluluğunu üstlenen, benim de o günlerde köpeğim için mama aldığım kasap dükkanı sahibi Bay Cecil Robinson bir gün bana, “Nejat seninle tanışmak istiyor” diyor. Ben de, “Nejat da kim?” diye sorduğumda, “Türkiye’den gelen benim yanımda misafir değişim burslu öğrenci” diye yanıtlıyor. Ki aynı şekilde Nejat’a da “Linda adlı çok tatlı kızıl saçlı bir kız var, seninle tanışmak istiyor” diyor. Yani Bay Robinson bize çöpçatanlık yapmış ama olayların böyle geliştiğini biz daha yeni, beş altı ay önce çözdük (gülüyor).

NT: Aynen dediği gibi oldu. Bir gün Tarih dersi için okulun oditoryumuna Linda geldi ve benimle tanıştı. Ben daha ilk gördüğüm vakit onun bana ait olması gerektiğini hissettim. O da benimle ilgili aynı duyguyu hissettiğini söyledi. Benim oradaki bir senem tamamlandı ve dönmek durumunda kaldım. Tabii kalbim orada kaldı. Yazışmaya başladık. Linda Türkiye’ye gelip çalışmayı düşünüyordu ama ailesi buna ciddi derecede karşı çıkmış. Çünkü burayı develerin gezdiği çöllerle kaplı geri bir ülke olarak görüyorlarmış (gülüyorlar). O zamanlarda da grup o mütevazi başlangıcının çok ötesinde başarı elde etmişti. Konserdi, turneydi, filmdi, İngiltere seyahatiydi, okuldu derken askere gidene kadar yılların nasıl geçtiğini anlamadık.

Film demişken; 1965’de rol aldığınız Şeker Gibi Kızlar adlı filmde yer almanız nasıl gerçekleşti?

Biz Altın Mikrofon’da 2’ncilk kazanıp ülke genelinde beğenilince prodüktörü Muzaffer Aslan’ın da dikkatini çekmişiz. Fatma Girik’le bir filmde bizimle ilgili bölümler olabileceğini, böyle bir filmde yer almayı isteyip istemediğimizi sordu. Biz de konser programlarına başlamışken böyle bir şeyin bizim için güzel olacağını düşünüp kabul ettik. Bizim olduğumuz bölümlerin ilk sahnesi Avusturya Lisesi’nde, sonraki sahneler de Cihangir’de Klüp Suat’da çekilmişti.

Peki, siz Amerika’ya giderken Mavi Işıklar hali hazırda kurulmuş muydu?

Hayır. Istanbul Erkek Lisesi’nin okul grubu gibi bir oluşum vardı. Kendi kendimize amatörce takılıyorduk. O günlerde popüler olan İtalyanca ve Fransızca parçalar repertuarımızdaydı. Benim Türkiye’ye dönüşüme yakın Çetin ve Metin Mavi Işıklar’ı kurmuşlar, dönüşümü bekliyorlardı. Ben de bol miktarda plak, dergi ve şarkı sözleriyle dönüş yaptım. Bu malzemelerle grubu şekillendirdik. Hemen akabinde Hürriyet gazetesi Altın Mikrofon yarışmasını duyunca katılmaya karar verdik.

1965 ve 1966’da katıldığınız Altın Mikrofon’un da etkisiyle Türkiye taşrasında da sevilen bir isim haline geliyor ve plak üstüne plak yapıyorsunuz. Hatta bir LP bile çıkıyor. 1968’de bir İngiltere seyahatiniz var ki dönüşte grup bambaşka bir safhaya taşınıyor. O nasıl gerçekleşti?

1964’ten 1968’e olan süreçte yerli yapım amplifikatörler kullanıyorduk. İstediğimiz kaliteden uzaktı tabii. Sürekli sahnede kendimi duymak ve duyurmak için bağırmak zorunda olduğumu hatırlıyorum. Bunlar aslında çok kıymetli ve özel bir insan olan Ethem Taşkent’in dönemin imkanlarıyla kendi ürettiği ve Etafon markasını koyduğu cihazlardı. Ama özellikle büyük sinemalarda verdiğimiz konserlerde araya seyirci çığlıkları falan da girince işimiz iyice zorlaşıyordu. Bu nedenle yurtdışına gidip bu problemi kökten çözmeyi kafaya koymuştuk. Sonunda Çetin’le beraber gemi ve tren vasıtasıyla İngiltere yollarına düştük. Başta ne almamız gerektiğinden emin değildik “Gidip bakalım” düşüncesi vardı kafamızda. İlk sırada VOX markası yer alıyordu. Shadows hayranıydık ve onların da VOX kullandığını biliyorduk. Oraya vardığımızda kim neler yapıyor diye merak edip kendimizi klüplere, özellikle Marquee klübüne attığımızda dünyamız değişti. The Who, John Mayall, Jimi Hendrix, The Nice’ı gördük. Jethro Tull’u grup olarak Marquee’de ilk sivrildiği sırada izledik. Bunları canlı olarak o kocaman amfilerle izleyince fikrimiz tamamen değişti. VOX bir anda gözümüzde eskidi.

Türkiye’deki atmosferle karşılaştırıldığında Londra’da kendinizi içinde bulduğunuz ortam ve genel “sound” sanırım sizi ciddi derecede etkiledi. Bu gruba nasıl yansıdı?

Oraya gidene dek yeni plaklar bir şekilde elimize geçiyordu ama o plakları nasıl dinlediğimizi hatırlatayım. Hemen hemen tüm pikaplar bir radyo setine bağlıydı ve plaktaki sesler radyonun cılız amfisinden, gücü düşük, duyulması gereken frekansın çok altında bir verimle gelirdi. Oradaki klüplerde grupların ve soundlarının bambaşka olduğunu gördük. Kocaman Marshall amplifikatörlerin gücüyle bina sallanıyordu. İnanılmazdı. Biz de soundumuzun öyle olmasını istedik. O an VOX’u bırakıp Marshall’a yöneldik. Enstrümanlarımız zaten vardı. Beyoğlu’nda Odeon’un dükkanı vardı ve Çetin orada iyi bir Fender Jazz bas bulmuştu. Amerikalı kardeşim Bruce 1965’te Türkiye’ye geldiğinde yanında enstrüman getirdi, hatta bizimle konserlere, radyo emisyonlarına çıktı. Zamanın çok sıkıntılı döviz ve gümrük muamele sorunlarını nasıl aştığımız bambaşka bir macera. Tüm amfileri kutularından çıkartıp üstlerini toprak ve çamurla sıvardık. Eski ve ikinci elmiş gibi görünsün diye (gülüyor).

Dönüşte konserlerinizde Iron Butterfly’dan “In-A-Gadda-Da-Vida” gibi o güne dek gelen popüler rock tınınızın ötesinde parçalar çalmaya başlıyorsunuz. Buradaki izleyici nasıl tepki verdi?

Gayet iyi tepki verdiler. Hatta daha da coşkuyla karşılandı. Çünkü kullandığımız ses sistemi sayesinde bir anda her şeyi “duymaya” başladılar. Harika ekipmanımız vardı ve bambaşka bir şey duyuyordu insanlar. 2000’lerde tekrar kurulup yeni ekipman araştırmasına girince, bıraktığımız zamana kıyasla ses teknolojisindeki gelişme yine başımızı döndürmüştü.

Mavi Işıklar uzun süre Sayan plak şirketiyle çalışmış. Grubun şirketle ilişkisi nasıldı?

Berbattı (gülüyor). Tek bir örnek vereyim: Grubun en büyük hit plağı 1968’de çıkan İyi Düşün Taşın’dı (orijinali The Cedars “ForYour Information”). O zaman şimdiki gibi bandrol, barkod ve kayıtlı satışlar falan yok. Firma ne diyorsa o! Sayan da bize, “Plağınız Türkiye genelinde 25 bin civarı sattı” dedi ve ona göre satıştan pay verdi. Yıllar sonra, sanırım 80’ler sonu, bizim Çetin İstiklal Caddesi’nde yürürken Kara Kedi Plak Evi’ne uğruyor. Sahibi Çetin’i eski günlerden tanıyor. Hoş beşten sonra, “Yahu nasıldı eski günler be! Sizin grup nasıl popülerdi. Ben sadece bu dükkânda sizin İyi Düşün Taşın plağınızdan 25 bin kopya sattım” demez mi? 1969’da daha iyi bir plak şirketiyle çalışmak istedik. Mösyö Antuan Şoriz ve şirketi Disko ve Diskotür o günlerde bizim gözümüzde piyasanın en iyisiydi, onun için Disko’ya geçtik. O sayede ilk kez iki kanallı kayıt yapmaya başladık. Daha önce yaptığımız her şey tek kanalda tek seferde çalımlarla halledilmişti.

Sayan ile Disko firmaları arası bir EP plağınız var (“Light My Fire/Gül Dalı 69/Ob La DiOb La Da”) Batı Plak adlı bir şirketten. Onun hikayesi ne?

Ya o çok da severek, dört elle sarılarak yaptığımız bir iş değildi. Baldızımın kocası Batı Plak firmasının sahibiyle arkadaşmış. Tam Sayan’dan yeni ayrılmıştık. Bizi ikna etti ve yaptık ama hiç severek yaptığımız bir iş olmadı, olumsuz bir tecrübeydi açıkçası.

1971’de Mavi ışıklar dağılıyor ve siz de Moğollar’dan yeni ayrılmış Murat Ses ile Ağrı Dağı Efsanesi’ni kuruyorsunuz. Bu nasıl gerçekleşmişti?

İlk pan benim Moğollar’a yeni solist olmandı. Aziz Azmet Moğollar’dan ayrılmıştı. O zaman Engin’in (Yörükoğlu) bana bu konuyla ilgili mektubunu hala saklarım; vefat etmeden önce bir buluşmamızda ona da göstermiştim. Hala sakladığıma şaşırmış ve sevinmişti (gülüyor). Ama arada ne oldu bilmiyorum; Murat Moğollar’dan ayrıldı. Kalan Moğollar Cem Karaca’yla çalışmaya başladı. Ben de askerden dönünce Murat Ses’le Ağrı Dağı Efsanesi’ni kurduk. Bu yaptığım en iyi müzikti diyebilirim. İki plak var ama tam olarak bizi yansıttığını söyleyemem. Ev prova kayıtlarımızı biliyorsun (Youtube’da da mevcut). Mükemmeldi. Her gün her çalışmada yeni bir fikir doğuyordu. Tarzımıza “Turkish Rock” dedik. Batılı standartları bile (Rolling Stones’dan “Play With Fire”, Steppenwolf’tan “BornTo Be Wild” vb) Türk müziği enstrümanları katarak yorumluyorduk.

Peki o grup iki senesi dolmadan neden dağılmak zorunda kaldı?

Ne yazık ki maddi problemler araya girdi. Ben de Murat da yeni evliydik ve çocuklarımız doğmuştu. Yaptığımız müzikle maddi açıdan kısa sürede yol almamız çok zordu. Yine de dayanabildiğim kadar dayandım. Cebimdeki son 25 kuruşa kadar. Tam o zamanlar Amerikalı ailem Robinson’lar ziyarete gelmişlerdi ve onlara sormuştum, “Bu konuyla ilgili ne yapayım sizce?” diye. Onlar da, “Son ana kadar, dayanamayacağınız noktaya kadar grupla kal. Ki ileride “Keşke elimden geleni yapsaydım” diye pişmanlık duyma” dediler. Ben de öyle yaptım. Harika vakit geçirdik, Güzel şeyler yaptık ama ayrılmak zorunda kaldık. Murat bu ülkenin gördüğü en büyük klavyecilerdendir, orası tartışmasızdır. Onunla çalışmak büyük keyifti.

Yıllar sonra Mavi Işıklar’ın tekrar birleşmesi nasıl gerçekleşti?

Metin gruptan ayrıldıktan sonra Almanya’ya gitti ve 1984’e dek orada kaldı. 1993’te de grubun yeniden kurulmasına ön ayak oldu. Ama bu yeniden birleşme uzun süre kendi kendimize eğlencesine yaptığımız bir şey oldu. Asıl 2000 yılında ciddiye alarak tekrar çalışmaya başladık. Metin’in oğlunun dalgıçlık ürünleri satan bir dükkanı ve bir de ufak stüdyosu vardı. Eski Rexx sinemasının yakınında. Orada uzun süreden beri ilk kez kayıtlar yapmaya başladık. Daha sonra çeşitli konserlere çıktık. Son olarak da 50. yıl konserimizi, Hakan Eren’in öncülük ettiği Erkut Taçkın’la beraber PSM’de çıktığımız konseri ve The Ringo Jets’le Burgazada’da çıktığımız konseri sayabilirim.

Biraz da hayatının yakın dönemindeki ve belki de en ilginç gelişmesinden, Linda’yla tekrar birleşmenizden bahsedelim. Tam anlamıyla masallardaki gibi bir hikaye.

İnsan hayatında tanıdığı kişileri unutamıyor genellikle. 2014 yılında bir gün Washington, Vantage kasabasındaki evinde mutfakta bir şeylerle uğraşırken aniden ben Linda’nın aklına düşmüşüm. Onun söylediğine göre günlerce onu ağlatan bir özlem gelmiş. Dayanamayıp önce yaşayıp yaşamadığımı öğrenmek istemiş. Aslında bundan da önce 1979 yılında da bir Los Angeles ziyaretinde Amerikalı babam Cecil Robinson’a uğradığında beni sormuş; O da “Sakın ha, Nejat artık evli, çocuklu ve bir düzene sahip birisi” demiş, Linda da bir daha bu konuyu açmamış. 2014 yılında ben tekrar aklına düşünce internette araştırmış ve beni Mavi Işıklar’la beraber arama sonuçlarında görmüş.

Burada Linda Wright söz alıyor; Evet öyle oldu ve internet aramasında çok ilginç bir şey gözüme çarptı. Haberlerde önce ikinci kızını daha sonra da aynı yıl eşini kaybettiğini üzülerek okudum ama ayrıca fark ettim ki kızı 2010 yılında tam benim doğum günümde (15 Nisan) hayatını kaybetmiş. Eşi de benim kocamın öldüğü günle aynı gün vefat etmiş. Tüm bunların tesadüf diye geçiştirilemeyecek kadar fazla olduğunu düşündüm. Nejat benim ilk aşkım olduğu gibi aslında tek gerçek aşkımdı.

Paylaş

CEVAP VER