MİLYONLARI GÜLDÜREN DÜMBÜLLÜ NELERE GÜLERDİ? (1968)

0
1189

MİLYONLARI GÜLDÜREN DÜMBÜLLÜ NELERE GÜLER?

—Evlerinde radyoları başında yüzünü, mimiklerini, hal ve tavrını görmeyenleri dahi, her sözünle güldürebilişinin kerameti nedir? Böyle hareketleri, jestleri görülmeyen kupkuru lâflarla, âlemi nasıl, hem de kahkahalarla güldürebiliyorsun kuzum?

Yakın dost ve arkadaşlarının geleneklere sadakatle kendisine sadece: “İsmail Bey” dedikleri, cümlemizin meşhur sevgilisi, sanatkâr Dümbüllü bu ilk sualime, kendine has o hoş mimiklerinden biriyle dudaklarını büzüp, gözlerini kaydırarak bir cevabı hemen yetiştirdi:

—Halk bize alışmış bir kere. Sesimi duydu mu, yüzümü görür, yüzümü gördü mü, hık bile demesem, sesimi duymuş gibi olur. Yolda dalgın dalgın, kendi halimde, sessiz sedasız giderken görünce de, gülüyor adam… Bırak gülsünler. Fena mı? Zaten işimiz ne? Milletin yüzünü güldürmek, onu bir lâhzacık olsun neşelendirmekten büyük mazhariyet olur mu? Yalnız çocuklardan bizarım ben… Yumurcaklar arkamdan bağırıyorlar Dümbüllü! Dümbüllü! Kimi de baba!

İlâve ediyor. Gel de böylelerine, “— Hay babanın, diye döşenme… Amma neylersin, zamane çocukları. İşte böyle. Hâlbuki biz, Hasan efendiye, o meşhur lakabı (kel) i, dilimiz varıp da söyleyemezdik.

—Yaş kaçı buldu, hazret?

—Altmışa merdiveni dayadık… Yakında elli dokuzu bitiriyoruz.

—Ya apartmanların sayısı?

—Sayısını bildiğim bir bizim Samatyadaki evin merdiven basamaklarıdır. Ne apartmanı yahu? Vallahi yok. Rüyada bile görsem inanmam… Bir tek evcağızım var… Olup olacağı işte bu.

—Âlemi güldürmekle geçen ömründe, sen kendin şimdiye kadar en çok neye güldüğünü hatırlayabilir misin?

—Dur bakayım. Ha, hatırladım: Hasan efendi merhumla bir gün Gülhane Parkı durağından tramvaya bindik. Hasan efendi o sırada, parkın karşısındaki caminin yanındaki evinde otururdu. Evet, tramvaya bindik, kalabalıktı, nereye sokulalım, ilişelim diye bakınırken, yolculardan ak sakallı bir ihtiyar hemen ayağa kalkarak,

—Buyurun! diye yerini vermek istedi.

Hasan efendi de:

—Aman efendibaba… Rica ederim, siz rahatsız olmayınız… Filân diye yaşına hürmet ettiğini belirtirken, öteki ne dese beğenirsin:

—(Efendi baba) deme bana !.. Sen benim sünnetime geldindi, unuttun mu?

O anda Hasan efendinin hali görülecek şeydi.. Hakikaten babası yaşındaki iki büklüm ihtiyara bir bakışı vardı ki, bütün yolcularla beraber, beni de kahkahalarla güldürdü. Hele o malûm hazır cevaplığıyla;

“— Nasıl unuturum, unutmadım arama yanlışın var, efendi baba senin değil, pederinin sünnetine gelmiştim.”

Demişti, ortalığı bütün bütün kahkahalara boğdu.

—Başka bir gülünçlü hatıra?

—Bir tarihte.. Yani tuluatçılığın pek revaçta olduğu günlerde bir turşucu vardı. Öylesine oyunculuğa meraklı ve hevesli idi ki, biz oynarken dayanamaz, sahneye çıkar, oyuna katılırdı amma, o esnada bir kenara bıraktığı turşuları da açık gözler siler süpürürlerdi.

Bu haline acıyanların: “Hemşerim, neyine gerek senin bu iş.. Baksana, turşuların gidiyor, yapma!” deyişlerine de; “N’edek efendi, varsın gitsin… Gayri dolu gelip, boş gitmeğe alıştık biz.”der, hepimizi, hatta seyircileri de güldürürdü.

—Peki, en çok neden korkarsın?

—Evvelâ Allah’ımdan… Sonra da lodostan… Lodos dendi mi bana bakma… Vapura binmek şöyle dursun, milyon vereceklerini bilsem, iskelenin bile semtine uğramadım… Bir kere nasılsa boş bulunup öyle bir fırtınaya tutulduğum günden beri tövbeliyim…

—Biraz da geçmişten, eski günlerden bahsedelim. Meselâ tulûatçılığın saltanatlı devrinden…

—Nereden aklına geldi şimdi bu? Hey gidi günler hayali cihan değer sözü meğer ne kadar doğru imiş… Tulûatçılığın saltanat sürdüğünü söylediğin devrin, hele Ramazan ve Bayramlarını şimdi bir rüya görür gibi hatırlıyorum. Ramazandan bir hafta evvel, Direklerarasında – o zaman adı Millet olan – şimdiki Turan tiyatrosu sahibi Eczacı Kâzım, – eski gark Tiyatrosu – şimdiki Emre sineması sahibi Şükrü beyle, Ferah Tiyatrosu sahibi Molla beyin adamı küplü keselerini açar, kaparosunu vererek, herkesi Ramazanlığa bağlarlardı. Bu tiyatrolarda oynayan tulûatçı kumpanyaları da Hasan Efendi, Apti Efendi, Naşit Bey, büyük Şevki ve Manokyan kumpanyaları idi. Bunlar birbirlerinden adam almazlardı. Şimdi bu meslek anlayışı da kalmadı. Filânı alıyorum, yarım saat sonra bir de bakıyorum ki, öteye gitmiş…

Hoş ötesi dediğim de lâf ya. Tulûatçı diye bizden başka kim kaldı ki?

O devirde, tulûatçı sanatkârların sayısı iki yüzü bulurdu.

Ramazan ve Bayramlarda, bunlar bile yetmezdi. Oyunlar da, şimdiki gibi saat tahdidi olmadığı için, sahura kadar devam eder, seyirciler tiyatrodan çıkınca sahur sofrasına otururlardı.

Bayramda da, üç gün, üç gece, durmadan oynadığımız halde, tiyatroda iğne atılacak yer kalmaz, her taraf kapılara kadar dolardı.

Hem yalnız Direklerarasında değil. Karagümrük, Kasımpaşa, Kadırga gibi bayram yerlerinde de çadırlı tiyatrolar bir de Galatadaki (Amerikan), (Osmanlı), (Anadolu) tiyatroları, sonra Üsküdar’da Boyacı sokağında teflikçi Yahya’nın, Paşa- kapısında da Kutucu Ahmet- in tiyatroları vardı. Hepsi de hıncahınç dolar, taşardı. Düşün hele bir… Kaç tiyatro, ne kadar seyirci…

—Ne oldu bunlara?

—Ne olacak? Hepsini sinemalar çekti, aldı… Bir biz kaldık. Bizden sonra da koydunsa bul tulûatı…

KANDEMİR

Scanned Document
Scanned by Scan2Net
Paylaş

CEVAP VER