500 sene evvel Avrupa’da gezgin şairler dolaşırdı… Sonraları hayat hoyratlaştı, bu gibi insanlara yer kalmadı her şeyi dünyada…
Bizde saz şairleri hâlâ var… Hele Sivas’ın dolaylarında Konuşmalarındaki inceliğe, tutumlarındaki efendiliğe hayran kalırsınız.
Geçen gün bir tanesiyle tanıştık. Sivas’tan değildi. Şarktandı. Kömüre kaçan bir teni vardı. Gezdiği yolların tozundan mı doğuştan mı anlayamadık. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. O bu karışıklığı artistlik bir şekilde istismar ediyordu. Adı İhsani’ydi. Evliydi. Gülleşâh adlı genç bir karısı vardı O da saz çalıyordu. 6 aylık Garip adlı bir bebekleri vardı Saz şairinin oğlunun adı, Garip olmaz da ne olur?
Otuz yaşlarında, adaleden ibaret bir adamdı. Bir gözü kördü. Anadolu’nun bilmem hangi yaylasında bir ayı ila boğuşmuştu ve ayı kendisine bu “hatıra”yı bırakmıştı. Kendi sazı yeşil kadifeyle kılıflanmıştı. Karısınınki kırmızı kadifeyle…
Saz şairleri şarap içer… Bu çay içiyordu. Kendisinin bardağını da, karısınınkini de afiyetle yuvarlıyordu. Nefis bir sesi vardı. Derinden kopan, samur gibi yumuşak, hayat gibi dolgun bir ses. Söylerken kendinden geçiyordu samimiyetle ve yalancıktan. Samimiyeti kendi içindi, yalanı bize. İçinden şunu düşünüyordu: “Siz kravatlılar, nasıl olsa aptalsınız…” Ve o “aptalları” pohpohlamak için hepsine sultanım, efendim, diye hitap ediyordu göğsünde ellerini kavuştura kavuştura. Ve sultan efendiler memnun, mesrur yayılıyorlardı bu sultanlıktan… Hatta beğenilmek için bir an bir baraj, yol, elektrik su kadisesi yakıverdi o, orada… Hâlbuki saz şairi aşktan inletmeliydi sazını. Baraj senin nene gerek, a İhsani… Elektrik de, su da!…
Bu İhsani kendi bilmiyor zavallı… Bilmeden de gezgiç ve yarı perişan ömrünü sürüp gidecek… Muazzam bir “sahne kabiliyeti”, keskin bir zekası, görülmemiş bir artistik “tamperaman’ı” ve garbın dağına şarkıcılarından kat kat üstün bir sesi var…
Yaktığı türkülerin bazıları, yazık ki kendisinden almadık, (zaten yazılısını almak imkânsız. “Ben okumak yazmak bilmem”, diye tutturmuş. Okumak yazmak bilmemeği janrına daha, uygun buluyor…) Gerçel bir istidatla “kaleme alınmış”. Bazıları pek kaba. Hissetmemesi imkânsız. Amma memleketi karış karış dolaşıyor yaya. Bazı yerlerin halkı bu “kabalığı” istiyor. O da ekmek parasını çıkarmak için kabalaşıyor. Hepimizin de gündelik hayatta yaptığımız bu değil mi?..
Güllişah, silik bir güzellikte genç bir kadın. Silik olmak onun için bir terbiye kabı… (Kadının tutumu öyle olmalı…) Bu kadar da kaynayıp taşan bir koca ve partrönerin yanında silik olmasın da ne yapsın Güllisah? Ufak, tefek, zarif bir kadın. Ellerinin güzelliği göze çarpıyor… Hassas, supi, mânalı beyaz eller. Zaten bütün mızrap vuran eller güzel. ihsani’nin elleri de uzun, ince parmaklı aristokratik eller… Bütün yaltaklanmalarına rağmen İhsani tepeden tırnağa kadar kişizade… Kendisiyle ve karşısındakilerle ince ince alay eden bir gök kubbe beyi. Yalınayak, başı kabak, günde güneşte, dolaşıp, sazını inletmesin de ne etsin?.. Tozlu bir büroya mı hapsetsin hayatını, hayatiyetini? Asık suratlı şeflerinin buyruklarını mı dinlesin serazat ruhlu İhsani?..
En büyük numarası karısı Güllişah’la Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin numarasını yapması. O Güllişah’a, anlattığına göre Bursa’da âşık olmuş. Saziyle aşkını anlatmış. Saziyle cevap almış Güllişah’ın ailesi kendisine kızını vermek istememiş. Bu, diyar diyar, aç, susuz, biilâç, dolaşmış ve s-nunda Güllisah’ına kavuşmuş…
Gerçek payı var bu hikâyede. Âşık da olmuştur. Saz da çalmıştır. Söz de söylemiştir. Fakat gözlerini kapıya kapıya, Asuri profiliyle utku kese kese, bahsettiği gibi yanıp kebap olmamıştır ıstıraptan Fazla sıhhatli, fazla hayatiyet dolu senelerce “vahlamak, ahlamak” için…
Numarasını da yutturuyor çoğuna… İnsan hem ilgileniyor, hem kızıyor, hem acıyor… Bu kadar büyük bir istidat heba oluyor diye ihsani’yle Güllişah’a bir film çevirtmeli, saz şairlerinin hayatı hakkında… İhsani’yi turneye göndermeli Amerika’ya. Hem sükse yapar. Hem maddi bakımdan kalkınır. Amma acaba aynı İhsani kalır mı?… Eli böğründe “paşalar”, beyler, sultanlar” derken içinden gümbür gümbür:
“Ferman padişahın, dağlar benimdir” diyen İhsani kalır mı?… Evcil bir İhsani benim paramla beş para etmez!…