Dediler ki:
-Kâğıthane’yi görme, güneş parıl parıl. Göz kamaştırıcı, coşkun ve taşkın bir aydınlık bütün kırlara sarıldı. Kır çiçekleri filiz vereli günler oldu. Katırtırnakları fışkırıyor, fulyalar serpiliyor, her taraf yeşil, her taraf koku, her köşe renk ve şiir içinde. Hele kelebekler daldan dala, çiçekten çiçeğe koşuşuyor.
Dere kenarında çingene kızları türkü çağırarak geziyorlar.
Bülbülleri mi soruyorsun?
Bu sene sayısız onlar. Hele ötüşleri, dem çekişleri insanı çıldırtacak kadar şen ve içli.
Beyoğlu’nun rakı ve balık kokan sokaklarında havasızlıktan çürüyeceksin, biraz da kırlara çık, gez, dolaş!..
Yetmez mi bu itikâf…
Demek bahar gelmiş?
Ne kadar da erken!.
Daha dün kırlar sessiz, güneşsiz ve lekesizdi. Daha dün sırtımızda palto, titreyerek dolaşıyorduk.
Ne çabuk bol bir aydınlık içinde yatan çiçeklerin göğsünde böcekler seslenmeğe, şarkı söylemeğe başladı.
Loş, kuytu, serin ağaç altlarında yatan gölgeler var demek.
Bahar mı gelmiş?
Kızıl dudaklı, genç kız ruhlu bahar…
Yine her zamanki gibi bin bir renk içinde, her zamanki kadar ihtişamlı, vakur, baştan aşağıya kadar süslü olarak karşımızda gülümsedi demek.
Bahar, bahar, İstanbul’un baharı!..
Bol ve bayıltıcı kokularla dolu, havai, aşüfte meşrep bir kadın odası gibidir İstanbul’un baharı.
Süste, renkte, kokuda israf taşan bir oda.
Burada her şey vardır Zevk, kahkaha, gürültü, eğlence, sükûnet, saz, neşe ve nihayet:
Öpücük!..
İstanbul’un baharı!.. Arzu, şehvet, temellük taşan güzel gözlerde ihtiras gibidir. Bunlar o kadar birbirine bakar, birbirine kuvvet, kudret, mana, azamet, zevk ve iştiha verir.
………………………………………….
…………………………………………
Haliçte beyaz geceler mi başladı?
Sahiller şarkı sesleriyle mi inliyor?
Kâğıthane’ye bahar mı geldi?
Eskiden, yirmi beş, otuz sene evvel, baharın geldiğini marttan anlardık.
Martın ilk gecesi, İstanbul’un Hristiyan mahallelerinde bir gürültü, bir patırtı başlar, sokaklar: -Şangır, şungur!..
Sesleriyle çınlar dururdu.
Evlerde çatlak, kulpu kırık, patlak, ağzı bıdık, büyük küçük ne kadar kâse, çanak, tabak, çömlek, küp, testi, kavanoz, fincan varsa hepsini:
-Mart içeri, pire dışarı!..
Diye pencereden, kapıdan sokağa atarlar, gecenin sükunu içinde:
-Çat, pat!..
Sesleri derin akisler bırakırdı.
-Mart için darbı mesel halini almış manidar sözlerimiz vardı:
-Mart dokuzu, salıver öküzü!..
Kavanoz, küp, tabak, çanak kırma şenliğinden sonra, bahar müjdecisi leyleklerdi İstanbul’da.
Eski takvimlerimizin (âmedeni lâklâk) diye yazdıkları leyleklerin gelişi İstanbul için bir mevsim başlangıcı idi.
Kıştan bahara giriş günüydü bu.
O gün (Silivri kapısı), (Eyüp), (Edirnekapısı), (Eğrikapı) dışarısına çıkılır, kırlarda dolaşılır, gözler havada gelen ve yahut gelecek ilk leyleğin, yolda gelirken gagasına taktığı herhangi bir maddenin rengine, biçimine bakılırdı.
Leyleğin ağzında kırmızı bir şey varsa:
-Doğum yılı!..
Diye tefeül edilir, ağzındaki bir çöpse:
-Ekmeği çok ucuz yiyeceğiz, bu sene bolluk var!
Denirdi.
Bilmem bu sene çanak çömlek kıranlar, kırlarda leyleklerin yolunu bekleyenler oldu mu?
Şimdi nasıldır bilmem? Fakat yirmi beş, otuz sene evvel Kâğıthane âlemlerine, dere eğlencelerine doyum olmazdı.
Ne güzel, ne enfes bir dekor içinde başlardı Haliçte bahar… O zamanlar, Halicin iki tarafı mamur, tepeleri ağaçlarla süslü bir güzergâhtı. Ağaçların dalları Haliç’in bulanık suları üzerinde akisler bırakır, yamaçlar zarif kır çiçekleriyle bezenirdi. Bin bir diyarı dolaşarak gelen avare ve şair rüzgâr, Haliç kıyılarından, Kâğıthane sırtlarından topladığı katırtırnaklarının, fulyalarının, zerrelerin kokularını yine o bin bir diyara götürürdü.
Kâğıthane’ye doğru uzanan iki sahilde zarif köşkler, minimini evcikler vardı. Hele bahçeler, bir güzellik şehriydi; mavi salkımlar, pembe güller, laleler, menekşeler, çeşit çeşit, renk renk çiçekler kalbe ferahlık verir, gözleri daimi bir yeşillik ve güzellik içinde bırakır, şenlendirirdi.
Kâğıthane deresi neşeli, neşeli akar, zurnalar, dümbelekler, davullar, darbuka ve zilli maşalar önde, mavi, kırmızı yeldirmelerinin etekleriyle uçuyormuş gibi yürüyen, kâh eller belde, kâh oynaya oynaya, göbek kıvıra kıvıra ilerleyen bakır renginde, esmere yakın, kapkara, boy boy, biçim biçim, kara gözlü, karakaşlı çingene kadınları çayırlara dökülürlerdi.
Küçük çocuklar Arnavut kağıthelvacının, büyük kazanı önünde iskemlesini atmış, şişman, göğsü açık, güneşten kararmış iri aşuresiyle;
-Çayır peyniriyle, sıcak sıcak!
Diye haykıran peynirli pideci boyalı bıyıklı acemin etrafından ayrılmazlardı.
Türki türlü renkte çarşaf, yeldirme giymiş, ağır başlı, şuh, fettan kadınlar çayırlarda gezer, dere kenarlarında eğlenir, büyük bir neşe içinde yemeklerini yerlerdi.
O zamanın sivri kalıp fesli, perçemli. sustalı bıyıklı, boyunlarında renk renk ipekli mendiller taşan bir sürü erkekler, Bolulu ahçılar, kunduracı çırakları, yaverler, kalem efendileri göz süzerek hafif tertip aşıkdaşlık yaparlardı.
Buranın kendine mahsus esrarlı bir hali, sergüzeştleri, maceraları, aşkları, belli edilemeyen, kıskançlıkları, yarım bir bakışla ifade edilen prestişleri, senelerden beri emelsiz, ümitsiz, gayesiz devam eden plâtonik büyük aşkları vardı.
O zamanlar Haliçte, Kağıthanede yapılan saz âlemleri pek meşhurdu. Halk sazla eğlenir, Halicin mehtaplı gecelerinde hülya gözlü genç kız sazla oynatılır, ihtiyar kapıcı sazla coşardı.
Saz sandallarının arkasına yüzlerce ve yüzlerce sandal, kayık, kik takılır, kıvrak ve seyyal nağmeler, Halicin sularında, gümüş yapraklı söğütlerin gölgelendirdiği dere kenarlarında sonsuz akisler bırakırdı.
Saz, o zamanlar anlaşılmaz bir teselli idi.
Kâğıthane dönüşü büsbütün başka bir âlemdi: Kırmızı kadifeden döşemesiyle kenarları zırhlı piyadeler, kikler, iki çifte, üç çifte sandallar, pazar kayıklar’ Kâğıthane ağzından başlayarak, Karaağaç, Sütlüceye doğru adeta girift olmuş, ne ileri, ne de geri gidilemezdi. Sandaldan sandala, kayıktan kayığa atlayarak, bir yakadan diğer yakaya geçilebilirdi.
Bir mektup alıp verebilmek için, bütün yaz müsait bir fırsat kollayan, hilâli gömlekli, kar gibi beyaz şalvarlı, beyaz tire çoraplı, arkasına şöyle rastgele atılmış mor kadifeden sırma işlemeli, kısa cepkenli hamlacıların kürek çektikleri sandalların arkasından takip eden, ilk fırsatta borda bordaya yanaşıp mektup fırlatan, eflâtun şemsiyenin ufak bir hareketi, dudakların neşeli bir bükülüşü için can veren sayısız gençler vardı.
Bu saz ve söz, hay ve huy arasında, hokkabazlar, sandallar içinde tuhaflıklar, hünerler, zurna muhavereleri yaparlardı. Uzun külâhlı, sarı sakallı (Portakal oğlu) elindeki zurnayı öttürmek istedikçe ustası bin bir lafı bularak mâni olurdu. Nihayet palyaço bir fırsatını bularak zurnayı ağzına götürür, üfler, fakat üfler üflemez yüzü gözü, saçı sakalı bembeyaz un içinde kalırdı.
Haliçte sabah bir türlü güzel, akşam ve gece başka türlü güzeldi. Sabah olunca üstüne çiy düşen çiçekler pırıl pırıl parlar, sayısız kuşlar uykudan yeni uyanan mahmur çocuklar gibi şen, şakrak cıvıldaşırdı.
Akşam olunca her tarafa tatlı bir ahenk çökerdi. Etrafta kurbağaların taze sesleri yükselir, halecanlı bir şiir ve sükün her yeri kaplardı.
Ay yükseldikçe, mavi ve pırıltılı gökyüzünde fırça ile boyanmış gibi belirir, ince dallar mavi atlas üzerine atılmış siyah dantelâlar kadar göz kamaştıran bir şekil alırdı.
Ay, göklerin süsü, parlak böcekler yerlerin kandiliydi!
Acaba Kâğıthane yine öyle mi akıyor, yeşil söğütler sularını öpüyor mu? Çayırda kuzular meliyor, kırlarda çocuklar koşuyor, kuytu ağaç diplerinde sevgililer birbirini görüp titriyor mu?..
Haliç nasıl? Bahariye sahillerinde yeldirmeli, başötülü, saçı kınalı kadınlar, çimenlere, çakıl taşları üzerine serilmiş bir seccadeye bağdaş kurmuş, gelip geçeni seyrediyor, oya örüyor mu?..
Püskülsüz kara fesine bir mor salkım takıp türkü çağıra çağıra göbek atan, (çiftetelli) oynayan genç külhanbeyler sandallarda gözüküyor mu?
Kayıklardan, sandallardan mürekkep bir filo, bütün Halici kaplamış bir halde mi?
Tepeleri katırtırnağı taçlı, saz külahlı çingene çocukları, ellerini koltuklarının altına sokup:
-Hampırrrr!..
Diye bağrışıyorlar mı?..
………………………………………….
………………………………………….
Bahar böyle mi geldi?
Bahar bunlarsız mı geldi?
Münir Süleyman Çapan