Yazan: Halit ÇAPIN (Gün Gazetesi, 1961)
Bu işler yürek işidir her babayiğit yapamaz…
İSTANBUL’da on binlerce apartman ve bu on binlerce apartmanın yüz binlerce penceresi vardır. Bu yüz binlerce pencerenin arkasında her gece çeşit çeşit şeyler döner. Ve gene her gece içlerinde her meslekten insanların bulunduğu ve halk dilinde sadece Röntgenci denilen bir takım adamlar ışığa koşan pervaneler gibi bu pencerelere koşarlar.
***
“Röntgencilik bir yürek işidir abiy. Her babayiğit yapamaz. Ne diyorum sana icabında düz duvara tırmanacaksın. İşe çıktığın semtteki bekçileri ayarlayacaksın. Defter tutacaksın. Şaka değil. İyi bir röntgenci deftere tabidir. Hatçe hanımın kızı saat kaçta soyunur, köşe başındaki dul, bakkalın oğlunu hangi geceler eve alır, sosyete Gülsüm hangi günler banyo yapar bileceksin. İyi bir röntgenci öyle haybeye kürek sallamaz. Etüd edeceksin, plan yapacak-sın, aksi halde böyle işlerde ekmek yedirmezler sana.
— Pekiy, bütün röntgenciler defter tutarlar mı?
— Aaah. İşin profesyonelleri tutarlar. Aslında, kim ben röntgenci değilim derse gülerim. Yalnız profesyonelleri vardır, amatörleri vardır. Düşün abi. Sokakta gidiyorsun. Vakit gece yarısı. Bakıyorsun kapkaranlık mahallede aydınlık bir pencere. Gözün ilişiveriyor. Enteresan bir manzara araklıyorsun. Ayıptır, ben bakmam deyip çekip gidecek misin? Kim çekip giderse, ne diyorum sana ben? Erkekliğinden şüphe ederim. Birim işimiz dersen böyle değil. Bizimkinde tehlike vardır. Bir kere ayık kafa ile bu işe çıkamaz-sın. Ne diyorum sana? Kalbin duruverir ayık kafa ile çıkarsan. Çok ta içmeyeceksin. Tam dikizdeyken giriverirsin içeriye, sonra mafolduğunun resmidir. Çakır keyf olacaksın.
Rivayet ederler ki: Seneler seneler evvel Aksaray’da merdivenli hoca diye bir zat bulunurmuş. Bildiğimiz cami hocası. Bütün semtin hürmet ettiği bir adam. Adamın tek bir derdi varmış. Akşam olup da karanlık bastı mı, merdivenini sırtlar, münasip bir pencere bulana kadar merdiven omuzunda, kendisine selam veren bekçilerin Selamını da ala ata dolaşır dururmuş. Sonra o münasip yeri bulunca merdivenin) dayar, çıkar ve orada öyle seyreder dururmuş içerisinde.
Zamanımızda röntgenciler öyle merdivene filan rağbet etmiyorlar. Tehlikeli iş. Şimdikiler lastik ayakkabı, siyah pardesü kullanıyorlar, nerede kimin oturduğunu, kimin kim ile ilgisi bulunduğunu biliyorlar. İcabında düz duvara tırmanıyorlar, balkonlardan balkonlara bir kedi çevikliği ile sıçrayabiliyorlar.
Beyoğlu’nda küçük bir kahvehanede önümüzdeki çayları yudumlayarak konuşuyorduk.
“— Ne diyorum sana abi” dedi. “Bak anlatayım sana bir hikayemi de dinle: Bir gece, bizim semtte Fil dediğimiz bir oğlan vardı. Onunla cama çıkalım dedik. Kerata dümeni ayarlamış, neşeli bir yer. Demir parmaklıklı bir bahçe duvarını aşıyorsun, bir, bir buçuk metre yükseklikte bir balkona tırmanıyorsun. Çocuk işi, oyuncak adeta. Uç hamlede balkondaydım. Fil dediğim oğlan şöyle böyle yüz, yüz yirmi okka. O da çıktı. İçerde kırmızı ışık yanıyor. Perdelerin kapatılması aceleye gelmiş besbelli. Rahat iş almış seyrediyoruz. Bir ara Fil içeriyi daha iyi görmüş olmak için olacak fazla yaklaşmış, kafası cama vuruverdi, içerdekiler durdular. Yani sen de olsan, durursun elimi abi? Filin inekliği işte. Ben de sindim. Herif dışarısını dinledi. Fazla huylanmamış olacak ki, işine devam etti. İki dakika sonra Fil kafayı tekrar cama çarpma mı?
— At ulan kendini balkondan dedim.
Yunan ordusu bizim Türkiye’den böyle hızlı kaçmadı, iki dakika sonra köşeyi dönmüştüm. Sonra bir gürültü işittim. Tamam dedim. Fil atladı. Bütün kemikleri kırıldı. İki dakika sonra balkon kapısı açıldı, içerideki herif elinde bir be rabellum havaya kurşun sıkıyor. Ben gülmekten ölüyorum. Fil sürüne sürüne geldi. Pabucu bahçede düşünmüş, bir ayağı çıplak. Ortalık yatışınca girip aldı… Bir daha Fil ile röntgene çıkmak tabi kesik. Ya işte böyle abi.”
Sonra çıktı, gitti.
İstanbul’da karanlık iyiden iyiye basmıştı. Şimdi, yüz binlerce pencerede yüz binlerce ışık vardı. Ve pervaneler ışığa koşmaya hazırlanıyorlardı.