Ali SÜHA (yıllarboyu – 1980)
Osmanlı Devleti’nde o zamanlar “Teşrifat” denilen seremoni kuralları, son derece katı prensipler halindeydi ve bu hal, İmparatorluğun sonuna kadar devam etmişti. Bu kuralların bazıları zamanla değişmiş terk edilmiş, yenileri kabul olunmuş ancak ne olursa olsun o sırada geçerli olanlara aşırı bir titizlikle uyulmuştur. Kısaca, Osmanlı Devletinde ve özellikle sarayında her şey seremoniye tabi idi; hatta bir padişahın ölümü bile…
III. Mehmet (1595-1603) devrine kadar Osmanlı şehzadeleri babaları ölene dek çeşitli eyaletlerde Sancakbeyi olarak hizmet ederler ve böylece devlet idaresinde yetişirlerdi. Bu sırada yanlarında “Lala” diye anılan idari ve askeri işlerde tecrübe sahibi değerli vezirler bulunur ve onların yetişmelerinde önemli rol oynarlardı. Böylece, içlerinden biri tahta geçecek olursa güçlük ve acemilik çekmezdi. III. Mehmet’den sonra ise, bu güzel usul terk edilmiş ve şehzadeler sarayda kapalı olarak yaşamaya başlamışlardı. Biri padişah olunca, Osmanlı Devleti Anayasası olan “Kavânini al-i Osman” gereğince “Nizam-ı alem” yani alemin düzeni için öbür Kardeşlerini hemen öldürtürdü, Öldürülmeyenler ise, sarayın “Şimşirlik” diye anılan pek Kasvetli hapishanesine konur, ölünceye veya saltanat sırası kendisine gelene kadar burada kalırdı. Şimşirlikte hapsedilmiş olarak kalma rekorunu ise 44 yıl ile II. Ahmet kırmıştır.
Bir padişah öldüğü zaman şehzadeler Sancakbeyi bulunuyorsa, devlet ricali tahta çıkacak olan en büyüklerine hemen haber gönderirler ve kendisi devlet merkezine gelip tahta çıkana kadar herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için padişahın ölmüş olduğunu dikkatle gizlerlerdi. Şehzadeler sarayda yaşamaya başladıktan sonra, padişah ölür ölmez saltanat sırası kendisinde olan hemen tahta çıkarılırdı.
ÖLÜM HABERİ, YILDIRIM HIZIYLA YAYILIRDI!
Padişahın son nefesini vermesiyle beraber, Kızlarağası durumu hemen Sadrazama haber verir, o da öbür vezirlerle Kaptanpaşayı, Şeyhülislâmı, Kadıaskerleri, Defterdar ve Nişancı gibi büyük memurları, Nakibüleşrafı, İstanbul kadısını, Yeniçeri ağası ile Sekbanbaşı, Kulbethudarını, yani Yeniçeri Ocağının üç büyük subayını davet eder, bunların hepsi birlikte saraya gelerek çok zaman Kubbealtında ve bazan Sünnet odasında toplanırlardı. Şimşirlik dairesinde mahpus bulunan Veliaht şehzade ise, Kızlarağası ve Silandar ağa vasıtasıyla ve çok zaman güçlükle buradan çıkarılırdı. Çünkü her an öldürülmek tehlikesi içinde uzun yıllar orada kalmış olan şehzade, padişahın vefat etmiş olduğuna bir türlü inanmak istemez, kendisinin taht ve saltanatta gözü olup olmadığının denendiğini sanır ve onun naaşını görmeden buna aklı yatmazdı. Mesela, şiddetiyle tanınmış ve öbür üç kardeşi Bayezit, Süleyman ve Kasım daha evvel Şimşirlik dairesinde mahpusken verdiği emirle birer birer boğdurulmuş olan IV. Murat (1623-1640) öldüğü vakit durum kendisine haber verilen Osmanlı tahtının tek varisi Şehzade İbrahim;
-“Kardeşim sağ olsun, bana taç ve saltanat gerekmez!..” diye direnmiş ve ancak ölen padişahın naaşını görüp yüzünü tekrar tekrar açtırarak baktıktan sonra tahta çıkmaya razı olmuştu. Mehmet (1648-1687) vefat ettiği zaman da kırk yıldır sarayda mahpus bulunan şehzade Süleyman, aynı şekilde direnmiş, hatta kendisini almaya gelen Kızlarağasına;
-“İdamımız emir olduysa söyle, iki rekât namaz kılayım; ondan sonra emri yerine getir…. Çocukluğumdan beri kırk yıldır hapis çekerim. Her gün ölmektense bir gün ölmek yeğdir. Bir can için nedir bu korku?…” diye ağlamış, Kızlarağası yer öperek;
-“Estağfurullah… Hâşâ ki size bir kast ola… Taht kurulmuş, cümle kullarınız sizi bekler” diye teminat vermiş, bu arada kendisi ile birlikte hapiste bulunan kardeşi Şehzade Ahmet;
-“Buyurun, korkmayın… Ağa yalan söylemez” demiş ve Şehzade ancak bundan sonra dışarıya çıkmaya razı olarak tahta oturmuştur.
Böylece, şimşirlik dairesinden çıkan şehzade Topkapı Sarayı’nın “Babussaade” denilen üçüncü kapısının önünde kurulan tahta oturarak resmen padişah olurdu.
Ölmüş olan padişahın bir suikaste kurban gidip gitmediğinin tespiti için, ölüsünün Yeniçeri ocağını temsil edenler tarafından muayene edilmesi kanundu. Bunun için yeni hükümdarın müsaadesiyle Yeniçeri Ağası, Sekbanbaşı ve Kulbethudası, harem dairesinden veya vefat ettiği yerden alınarak bir çadırın altında muhafaza edilen naaşı görürlerdi. Bu, aynı zamanda ordunun eski hükümdara veda töreni sayılırdı. Bundan sonra cenaze yıkanır, kefenlenir ve tabuta konulurdu.
Padişah naaşlarının böyle bir muameleye tabi tutulması, Sultan İbrahim’in (1640-1648) tahttan indirildikten sonra devlet erkanının kararıyla sarayda idam edilmesinden sonra âdet olmuş ve bu usul, Yeniçeri ocağının kaldırılışına kadar, yani 178 yıl devam etmiştir.
ÖNCE, SALA VERILIRDI…
Padişahların ölümü Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih Camileri gibi selâtin, yeni padişahlar tarafından yaptırılmış büyük camilerden sala verilmek suretiyle halka ilan olunduğu gibi, yeni padişah bunu ve kendisinin tahta çıktığını bütün eyaletlere:
Erdel Kırallığı, Kırım Hanlığı, Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Mekke Emirliği gibi imparatorluğa bağlı ve tabi hükümetlere fermanlarla bildirirdi. Aynı zamanda İstanbul’un dört semtine dağılan tellallar durumu halka resmen duyururlardı.
Ölen padişahın cenaze namazını, eğer bir mazereti yoksa Şeyhülislamın kıldırması kanundu. Aksi halde namazı Rumeli Kadıaskeri veya yeni padişahın izin verdiği ileri derecedeki ülemadan biri kıldırırdı. Bu sırada yeni padişah Babüssaadenin hemen iç tarafında ve arz odasının önünde durarak namaza katılır, bundan sonra ölen padişahın nereye gömüleceğini bildirirdi. Cenaze töreninde saray ağalarından yalnız Kızlarağası bulunabilirdi. Tabutu ise “Teberdan” denilen saray baltacıları, elleri üzerinde taşıyarak götürürlerdi.
Bu tabutu, çoğu zaman padişahın “Nizam-i alem” için derhal idam edilmiş olan öbür kardeşlerinin irili, ufaklı tabutları takip ederdi.
Mesela III. Murat’ın tabutunu, bu şekilde idam edilmiş on dokuz şehzadesinin tabutları takip etmiş ve bu, kırılmayan bir rekor olarak kalmıştır.
Bir padişahın ölümüyle birlikte resmi matem ilan edilirdi. Matem en az üç gün, en çok bir hafta sürerdi. Yeni padişahla devlet ricali siyah mintanlar giyip kavuklarına siyah tüller sararlardı. Kanuni Sultan Süleyman vefat ettiği zaman devlet erkanı matem elbisesi giymiş, siyah şallar sarınmış. padişahın özel maiyeti olan Solak ve Peykler süslü sarguçlarını çıkarıp başlarına peştemallar dolamış. Çavuş ve Çeşnigir gibi ileri ağalar siyah tüllere bürünmüş, saray dilsizleri çullar giymişlerdi. IV. Murat’ın ise seferlerde bindiği atlar tersine eğerlenerek tabutunun önünde götürülmüştü.
Matem sona erince, toplar atılıp cülus, yani tahta çıkış şenlikleri başlar ve günlerce sürerdi,
III. Mehmet’in ölümünde seremoni dışı bir durum hasıl olmuştu. Sadrazam Malkoç Ali Paşa o sırada İstanbul’da değildi. Henüz 14 yaşında bulunan I. Ahmet, kendi kendisine tahta çıkmış ve Sadaret Kaymakamı, yani vekili Kasım Pasaya:
-“Sen ki Kasım Paşasın, babam Allah emriyle vefat etti ve ben taht-ı saltanata cülus ettim. Şehri muhkem zapdedesin. Bir fesat olursa senin başını keserim.” şeklinde yazılı bir emir göndermişti. Kasım Paşa bu tezkereyi alınca, III. Mehmet’in hastalığı saray dışında duyulmamış olduğu için evvela şaşırıp tereddüt etmiş, sonra saraya varıp durumu öğrenmiş ve yeni hükümdarın elini öpüp biatte bulunmuştu.
Bütün bu seremoni Tanzimat devrinden yani 1839 yılından sonra kaldırılmış, buna karşılık her hususta olduğu gibi Avrupa usulü seremoni kabul edilmiş ve ilk defa da Abdülmecit’in (1839-1861) vefatı dolayısıyla uygulanmıştır.