Eski İstanbul’un yakın tarihi, başlı başına bir âlemdir. Fakat eğlenceleri, zevkleri, yaşayış tarzı, telâkkileri ve bütün bir şehrin dekoruyla bu âlem bugün tamamı ile unutulmuştur. Eski İstanbul’u en iyi bilen, en iyi yazan üstat Sermet Muhtar, en cazip mevzularını her hafta muntazaman Yeni Mecmua sahifelerinde size verecektir.
ONUN göğündeki mas mavilik ve kar beyaz bulutlar, havasında ki bağırlar ferahlatan, cana can katan hafiflik, yazın en bunaltıcı sıcaklarında her taraf çayır çayır yanar, kas kas kavrulurken, Karadeniz’den esen poyrazındaki serinlik, sularındaki lâcivert, yeşil, fıstıki hâreler; eflâtun, erguvani, pembe renkli dağları; nefti, mor, tirşe gölgeli koruları; yalılarının beyaz, krem, yaldızlı menevişleri başka nerede var acaba?
Bu yeryüzü cennetini ilk görenlerin hepsi gözleri karmaşık, ağızları açık kalmışlar. Dünyanın dört bucağını gezmiş, ayak basmadığı yer kalmamış olanlar da ayni halde ve şu kanaatte:
Eşi değil andıranı bile yok…
Boy boy saraylar, kasırlar, kazıklı yalılar, bağlar, bahçeler yanı başlarında kayık iskeleleri…
Vakti ile Hıdrellezden sonra hünkârlar ve maiyetlerindeki ekâbir boyuna oraya taşınmakla beraber hal ve vakti biraz yerinde olanlar bile ayaklanırlar, yazın bir kaç ayını yalılarında geçirirlermiş.
Beykoz’dan kalkan pazar kayığı iskelelere uğrayarak, müşteri ala ala Sirkeci iskelesine gelir, içindekileri çıkarıp alarğa bekler, ikindi suları yine dopdolu halde limandan çala kürek, yolu tutarmış.
***
Boğaziçi’nin asıl revnak bulmağa başlaması Abdülmecit zamanında. En şatafatlı günleri de Abdülaziz’in tahtta olduğu seneler…
Artık eskisi gibi kayıklar içinde saatlerce süren, akıntılarda bocalayarak gidip gelme külfeti yok. Vapurlar cayır cayır işliyor. Büyüklerin 50, 60 odalı at koşturacak sofalı, ucu bucağı bulunmaz korulu sahil hanelerinde herkes sazlar, ahenkler; küçüklerin yanlarında da (aIaküllihal) zımbırtılar, gıygıylar…
Hele denizdeki mehtap safalarına, Kanlıca körfezindeki aksi sada yarışlarına uyar yok… Ortalık çın çın çınlamada.
İlerideki bir sandal kafilesinden:
Merhamet kıl âşıkı pür derde Allah aşkına
Şivekârım nerde kaldın, nerde Allah aşkına?
Gazeli koyda tekrarlana tekrarlana (taninendaz) olurken,
Dideden çıkmaz hayalin bir zaman ey mehcemâl
Silse de fıtrat hayalimden hayali ailemi
Onu takipte… Etraftaki sandallar doldukça dolmuş, dört yanı kuşatmışlar; bal peteğine üşüşmüş arılar gibi küme olmuşlar.
Körfezden kenar kenar, haydi Kanlıcaya… Sadrazam Keçeçizade Fuat Paşa yalısı orada. Çubuklu burnu önünden doğru karşısı, Rumeli kıyısı…
Kalenderden yukarısı yok, zira Tarabya, Büyükdere reaya ve ecanip yatağı.
Dön aşağı; İstinye limancığını geçince Tokmak burnundaki Mısır Hidivi İsmail Paşa sahilsaraylarının selâmlıklı, haremli bütün pencereleri fora? İçerisi binbir ayak. Mededler, ya Heyler…
Emirgan korusunda gezintiler, aşıkdaşlıklar filan ne gezer. Zira Hidivin müştemilatından ve derununda korucular…
O vakitler Bebek bahçesi ve gazinosunun da ismi yok: O noktada vapur iskelesi var. Sağında, evvela Hekimbaşı Abdülhak Mollanın iken (Abdül-hak Hamid’in ceddi) sonra Mütercim Rüştü Paşaya daha sonra tarih sahibi Cevdet Paşaya geçmiş olan yalı. İskelenin solunda Sadrazam Ali Paşa’nınki; daha ileride Mısırlı Prens Halim Paşa kaşanesi…
İstanbul’un en kibar, en eşsiz mesiresi karşıda. Cuma ve pazarları dereye girebilene ne mutlu. Fıtalar, sandallar, piyade kayıkları istif.
Küçüksu önlerinde, köprü altlarında saatlerce bekledikten, yol bulabildikten sonra karış boyu karış boyu ilerlenecek.
Arada kimler yok, kimler?..
Armai Osmanili, altın yaldızlara müstağrak, döşemelerine giranbaha ehramlar yapılmış, küreklerine pembezar gömlekli, sakız gibi şalvarlı hamlacılar geçmiş, kenarcığa bir dudağı yerde bir dudağı kökte bir harem ağası oturmuş saltanat kayıklarında sultanlar şehzadeler, damadı şehriyariler…
Sus pus bir gömlek aşağı sandallarda vükelâ kanları, kızları, gelinleri, mahdumları, damatları… Tarabya’daki ecnebi sefaretlerin kayıklarında elçi beyler ve sırmalı elbiseli kavaslar.
Boğaziçi’nin her tarafından seğirtenler; Üsküdar’dan, Eminönü’nden, Haliçt’en bile gelenler…
***
Diğer seyrangahlar arasında (Kalender) de meşhur. Oranın zevki, hem denizli, hem karalı. Gazinonun alaturka tarafında incesaz, alafranga tarafında orkestra, rıhtımında arabayla veyahut yayan piyasa…
Paşabahçesinin ilerisindeki Sultaniye çayırı uzakça olduğu için civarlılara mahsus gibi; Beykoz çayırı hâkeza…
Sarıyer’in Suları da rağbette. Çırçıra, Hünkâra, Fındığa, Kestaneye talikalarla, atlarla, eşeklerle giden gidene; kiminde saz, kiminde hokkabaz…
***
O zamanlar İstanbul hanımlarının sokak kıyafeti yaşmak, ferace.
Önceleri kukumavlığa andırır bir şekilde imiş. Baş, yüz, boyun kalın bir bezle sımsıkı sarılı; gözlerin yeri yarım parmak kadar aralık. Alt kısımda hantal, biçimsiz, zevksiz…
Gitgide öyle değişmiş, öyle zarifleşmiş ki…
İpincecik papazi yaşmaktan dışarı taşan kıvrım kıvrım saçlar, kahgüller, zülüfler; geniş aralığında rastıklı kaşlar, sürmeli gözler, tuvaletli yüzler; dekolte yakada paluze sineler…
En ağır Saten dö Liyondan veya pırıl pırıl atlastan veyahut kabuk gibi canfesten dikilmiş feraceler… Bol ve kısacık; fildişi gibi kollar, pamuk gibi eller meydanda; harçlar, boncuklar, saçaklar içindeki beden de dapdaracık.
Babalarımız, amcalarımız, dayılarımız letafetini, zarafetini söyleye söyleye bitiremezlerdi. (Yerini o torba gibi, sekalet, mati maskara çarşafa kaptırması pek yazık oldu) derler.
Hoş sonraları çarşaf da gün geçtikçe incele incele, modalaşa modalaşa biçime girdiydi ya…
Evet, ferace yaşmak kadınlara bambaşka bir halavet verirmiş. O kılığa giren çehre züğürtleri, kartolozlar bile tılısımlanmış gibi güzelleşir, gençleşir, herkesi hayran hayran baktırırlarmış. Akça pakça, eli yüzü düzgünleri artık var kıyas et…
Yaşmak ferace bir iki kere yasak edildikten, hatta bilmem kimin baldızının yaşmağını sokakta paralattıktan sonra galiba 305 veya 306 senesinde kat’i bir irade ile büsbütün ortadan kaldırılmıştır.
İşin tuhafına bakın (Halka verir talkıni, kendi yutar salkımı) hesabı, sultanlar, kadınefendiler, hazinedar ustalar, saraylılar Hırkaişerif ve bayram alaylarında, cuma selâmlıklarında, Kağıthane piyasalarında bu memnu kıyafetin daniskasına girerler, kıl pranga kızıl çengi olup çıkarlardı.
Sermed Muhtar Alus
Yazan: Sermet Muhtar ALUS (Yeni Mecmua, 1939)