Yazan: Kemal Kamil AKTAŞ
KAHVENİN insan sinirlerine musallat oluşunun tarihi pek yeni değildir. Kahve; sinirlere sükûnet vermesiyle, fazlaca içilirse çarpıntı yapışı ve uyku kaçırışı ile tam müessir bir ilâçtır.
Bundan yirmi altı sene evvel, Yemende çıkan mutat isyanlardan birini bastırmaya giden Osmanlı ordusu ile eczacı yüzbaşısı olarak ben de o kızgın çöllere, o kahve diyarına gitmiştim. Kahveyi orada ağacı üzerinde gördüm. İlk kahve ile karşılaşışımda ben de bütün zabit arkadaşlar gibi kiraz zannetmiştim. Rengi, büyüklüğü, sapları, ağacı tıpkı kiraz idi. Ufak bir fark ile ki kahvenin meyvesi kirazdan biraz daha beyzi bir şekildedir.
Yemende arazi iki iklim, iki ayrı hususiyet taşıyan iki kıtaya ayrılmıştır. Kızıl denizden itibaren Tehame çöl kısmı başlar. Altmış, yetmiş kilometre kadar denize amut bir şekilde devam eden çölden sonra dağlık arazi ile karşı karşıya gelirsiniz. Buralarının havası adeta mutedildir. Çöl kadar sıcak yapmaz. Buz gibi suları, türlü türlü meyveleri vardır. İşte kahve böyle dağlık yerleri sever, hemen hemen dağ yamaçlarını seçer ve ormanlarını hep böyle yerlere kurar. Kırmızı kırmızı kiraz manzarasındaki meyveler ile kahve ormanları Haziranda cidden görülecek bir manzaradır.
Bu mevsimde Kızıl denizden tebahhur eden sular, çölden yağmur bulutu, hatta yağmur halinde geçerek cibal kıtasında sis olurlar. Haziran ayında hemen her gün cibal kıtasını bu kesif sisler kaplar ve kahve ormanını içine alarak o kırmızı meyveleri çürütmeye başlar. Her gün böyle sislerle temasa geçen o şirin kırmızı kahveler birdenbire solarak esmer birer renk alır. Bir hafta sonra artık kahvelerin neşesi kalmamış, bozulmuş, buruşmuş, kararmış adeta çürümüştür. Araplar bu zamanlarda kahveleri saplarından kopararak çuvallara doldurmaya başlarlar ve hafif değirmen taşlarında ezerek çekirdeğini çıkarırlar, et ve kabuk kısmını da ayrıca kurutarak kullanırlar. Yemende Araplar bu kabuğu çay gibi haşlayarak içerler. Bu kahve lezzetinde ve kahve tesirinde bir şeydir.
Çekirdek kısmı bizim bildiğimiz kahvedir. Yemende en makbul ve maruf kahve “Benimatar” ve “Şerez” kahveleridir. Kahvenin “Kafein” denilen bir müessir cevheri vardır. Keten helvası manzarasında ince, yumuşak, ipek gibi billurlardan ibaret olan bu madde eczacılıkta ve hekimlikte çok kullanılan bir ilaçtır. Sinirlere sükûnet verir, yerinde kalbin harekâtı üzerinde müessir olur, kahvenin tiryakiliğini de bu madde yapar.
Kahve ilk manzarası ile insanlara şirin görünen bir maddedir. Fakat ağza alınınca acılığı ile burukluğundan ağzı bozan, mideyi alt üst eden istifra hislerini gıcıklayan pek berbat tesir yapmaktadır. Kahve ile ilk karşılaşan insan elbet bu kırmızı meyveyi ısırmış, ağzı burnu bozularak, tükürüp atmıştır. Nasıl oluyor da lezzeti bu kadar fena bir meyvenin çekirdeğinin kavrulması akla geliyor?
Her meyve mutlaka ya ham yenir veyahut suda pişirilerek yenir. Nasıl olmuş da bu çekirdek kavrulmuş ve nasıl bugünkü kullanış tarzı meydan almıştır. Kahve bugün bütün dünyada, bütün milletler arasına girmiş, muaşeret ve içtimaiyat içinde mühim yerler işgal etmiştir. Kahve, Türklerin darbı-mesellerinden birini doldurmuş, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” diye kadirşinaslığı ifade etmiştir. Kahvaltı bir yemek ifadesi olmuş, kahve takımı ev eşyası içinde mutfak ve büfe kadrosunda en mühim yeri işgal etmiştir. Kahvehane, tiyatro, mabet, stadyum ve mektep gibi şehirlerin belli başlı binalarından biri olmuştur.
İnsanların bu kadar benliklerine karışan kahveyi efsanevi bir hikâye ile iyice tanıyarak ona karşı alâkamı tatmin etmiş bulunuyorum. Bu hikâyeyi size nakledeyim:
Günün birinde nasılsa bir keçi çabam keçilerini bir kahve ormanına sürmüş, yaramaz keçiler boynuzlar ile kırdıkları dallara tırmanarak kahvenin bu kırmızı meyvelerini hiç acı ve buruk demeyerek kütür kütür yemişler ve kahve ormanını yangın yerine döndürmüşler. O gece çoban mandırada sabaha kadar keçilerin uyumadıklarını, birbirlerine boynuz vurarak şahlandıklarını görmüş. Birkaç gün sonra çobanın yolu üstüne bir kahve ormanı daha gelmiş, keçileri yine bu kahve ormanına salmış, keçiler o gün mütemadiyen kahve yemişler, o gece çoban keçilerin yine uyumadıklarını görmüş, bu işin tekerrürünü görünce, çoban bu kahvede bir şey olduğuna hükmetmiştir. Fakat zavallı çoban; kahveyi ağzına attıkça yüzünü buruşturmuş.
Günün birinde kahvenin çekirdeğini sıcak su ile haşlamış suyunu içmiş bir şey elde edememiş. Bir gün çalı çırpı yakmış ve ateşe kahve çekirdeklerini atmış, kavrulan çekirdekleri suda pişirerek içmiş, çoban sinirlerinde bir sükûnet bulmuş, yorgunluğunun dinlendiğini duymuş. Zeki çoban kahveyi ateşte yakarak simsiyah olunca bu kavrulmuş çekirdekleri taşta ezmiş, siyah ununu bir torbaya doldurmuş ve lüzum duydukça bu undan bir miktar suda pişirerek bugünkü kahve pişirmeyi kat etmiştir.
Bu hikâye efsane kılıklı da olsa, bu-günkü kahvenin insanlığı bu kadar meşgul edişinin bir tarihçesini ifade edişi itibari ile beni tatmin etmiştir. Bunun içindir ki ne zaman kahve fincanını elime alsam, şeytan bakışlı, uzun sakallı afacan keçilerin tos vurarak iki ayak üstüne kalkarak hırçınlık ettiklerini görür gibi oluyorum.
Kemal Kamil Aktaş