- Güzel Ebe Cinayeti
- Yarım İstanbul Cevriye Hanım Cinayeti
- Hain Zevce
- 272 Yıl Önceki Cinayet
Yazan: İhsan BİRİNCİ (Hayat Tarih, 1975)
1808 yılında İstanbul’da meşhur bir ebenin, Hacer Dudu adında bir kızı vardı. Fatih’te Çukurhamam sokağında oturan bu kız, annesinin mesleğini tutmuş ve büyük şehirde “Güzel Ebe” diye şöhret bulmuştu. Henüz on üç yaşında iken Yeniçeri Ocağı’ndan 51. Orta neferi Kara Mustafa ile evlendi ve Süleyman adında bir de oğlu oldu.
Genç evliler mesut değildiler. Hayli çapkın olan kocası, iyi para kazanan karısına, sadece para sızdırmak için uğrardı. Çekilmez duruma gelen bu hayat, nihayet 1808 yılında Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın kendisi ile birlikte havaya uçurduğu mahzenin üstünde bulunmasıyla son buldu. Hacer Dudu kocasının parçalanarak ölümünden sonra rahat bir nefes almıştı. Oğlu Süleyman da on bir yaşında bulunuyordu.
Fakat doğduğundan beri baba şefkatinden mahrum kalan bu çocuk, ana tarafından da ihmal edildiğinden; günleri sokaklarda yalın ayak hırpani geçerken, bir gün babasının arkadaşları tarafından görülerek 51. Orta’ya alındı. Böylece girdiği Yeniçeri Ocağı’nda kısa zamanda temayüz eden Süleyman, kendisine takılan “Güzel Ebeoğlu” lakabı ile artık anasını aramadı ve bu suretle Ebe Hacer Dudu da tam anlamıyla hürriyetine kavuşmuş oldu.
- KÖTÜ ADIM ATILIYOR
1809 yılı temmuzunda Hacer Dudu’yu ulemadan Kadızâde Mehmed Tâhir Efendi’nin konağına çağırmışlardı. Doğuracak tâze Tâhir Efendi’nin kızı idi. Konağa gidilirken doğumda kullanılacak ebe iskemlesini otuz yaşlarında sırım gibi genç bir uşak taşıyordu. Ebe kadın, yol boyunca gözlerini Kerem adındaki bu uşaktan ayırmadı. Ankara kadısı Tâhir Efendi’nin kızını kolaylıkla kurtaran Hacer Dudu’yu konakta kaldığı bir hafta içinde, alt katta bahçe üstünde bir odada misafir etmişlerdi. Bir gece yatarken daima açık bıraktığı pencereden içeri; yolda alıcı gözle baktığı uşak Kerem’in süzüldüğünü görünce hiç ses etmedi. Ve ertesi günü evine muradına ermenin çılgınlığı içinde döndü.
Artık ebe kadın fettanlığının gizlilik yolunu bulmuştu. Nitekim ertesi gece uşak Kerem tarafından tekrar doğum için çağırıldı. Yanına ayni yaşta seyis arkadaşını da katmıştı. Ebenin iskemlesini alarak hep birlikte yola koyuldular. Ama bu defa Tâhir Efendi’nin konağı değil, konağın üstündeki uşak odasına götürüldü. Orada seyis ve uşak Kerem ile üç gün üç gece kapandılar.
1809’dan 1818 yılına kadar geçen dokuz yıl içinde güzel ebenin en büyük macerası, Kadı Tâhir Efendi’nin kızının ikinci çocuğunun doğumu için yaptığı Ankara seyahatinde vukua geldi. Kendisini oraya yine uşak Kerem götürüp getirmişti. Yolda tipiye tutularak kaldıkları Bolu dağındaki bir han odasında, karı koca süsü altında tam anlamıyla bir balayı geçirmiş oldular.
- BİR SIÇRARSIN ÇEKIRGE
1819 yılı mayıs ayı idi… Bir gece, doğum bahanesiyle Hacer Dudu’nun kapısını, otuz yaşında bir softa olan İzmitli Hacı İbrahim ile otuz sekizindeki çömezi Kastamonulu Hüseyin çaldılar. Bu olay, tarihçi Şânizade’nin kaydettiği “Ebe Kadın Vak’ası” dır. Başına gelecekleri önceden kestiren güzel Ebe, canına da kastedecek tıynette olan bu yobazların elinden; kimseye şikâyette bulunmayacağına yemin ederek kurtulabilmişti. Ama Çömez Hüseyin, sabahın alacakaranlığında, onu getirdikleri güya doğum evinden çıkararak, evine götürürlerken, bu defa yolda devriye gezen Fatih kolluğu tarafından çevrildi. O saatte lohusadan dönülmezdi. Yeminli kadın bir şey söylemeyince, çömezi falakaya yatırıp bülbül gibi öttürdüler. Pek derinine varmaya lüzum görmeyen zabıta, hemen orada aldıkları karara göre; kadını tecavüze uğradığı gerekçesiyle affedip, softa ile çömezini Kıbrıs’ta Magosa zindanına sürülmek üzere bir gemiye bindirdiler. Kaptana verilen emirle de gemi boğazdan çıkınca boğularak denize atıldılar.
Olay bütün İstanbul’da duyulmuştu. Bu surette artık şehirde kalamayacağını idrak eden dizel Ebe, evini satarak Bursa’ya gitmeye karar verdi. Fakat yirmi yaşına gelmiş olan oğlu Süleyman aklına gelmemişti. Zira anasının yediği herzeleri namus meselesi bilen genç yeniçeri, işin aslını öğrenmek yolundaydı. Nitekim bir gece Beyoğlu’nda bir meyhanede içerken, bilmeyerek kendisine “Güzel bir kadın bulduk, bu gecemizi onunla geçirelim,” teklifi ile anasını peşkeş çektiler. Annesinin hakikaten fahişe olup olmadığını öğrenmek isteyen Süleyman da teklifi kabul ederek tertipledikleri plan gereğince Hacer Dudu’yu sözde doğum evine getirdiler.
Bundan sonrası bir aile faciası ile sonuçlandı. İstanbul’da son defa olsa da dalyan gibi iki gemici ile cümbüş fırsatını bulan Ebe Kadın, çekildiği odasında kendisini bekleyen üçüncü genci karşısında görünce benzi uçtu. Bir şeyler söylemek istediyse de ilk hamlede ağzını yırtan bıçak darbesinden çığlık bile atamadı. Ellerini kana bulanmış yüzüne kapayarak gerilemek isteyince ikinci darbe göğsüne saplandı. Yerde debelenen annesinin üstüne çullanan gözleri dönmüş Süleyman, önce doğduğu yerleri keskin bıçağı ile acımadan, tiksinmeden dilim dilim doğradıktan sonra düşüp bayıldı… Sonuç olarak, namus uğruna ana katili olan Süleyman’ın bu hareketi suç sayıldı ve zavallı genç Rumelihisarı zindanında idam edildi.
- YARIM ISTANBUL CEVRİYE HANIM CINAYETI
1839 yılında İstanbul’da geniş akisler bırakmış olan bu cinayetin faili tersaneli Çapkın Bekir “Yarım İstanbul” namıyla anılan Cevriye Hanımı cariyesiyle öldüren bu bahriye neferi, güzelliği Kasımpaşa, Galata ve Tophane’nin ayak takımı arasında dillere destan olmuş; türlü uygunsuzlukları, haşarılık ve rezaletleriyle de bir şerit olarak tanınmıştı.
Galata ve Tophane’nin bıçak ve pençe sahibi külhanilerinin meyhane sofralarında sakilikle geçinen, parasız pulsuz bir kopuk iken, tesadüf sonucu şehrin namlı zenginlerinden ve yaşlı nâzenin dullarından Süleymaniye’deki konağında oturmakta olan “Yarım İstanbul Cevriye Hanım” ile tanıştı. Bu kadın ecdad yadigârı ağır kıymette mücevherlere sahip olup, düğünlerde yüzükler, bilezikler, gerdanlıklar, küpeler ve gelin taçları kiraya verir, başlıkçılık ederdi. Çapkın Bekir’in eli kısa zamanda para tutmaya başlayınca arkadaşları sıkıştırdılar. O da Yarım İstanbul Hanım ile gönül eğlencesi olduğunu itiraf etti.
Bir gün donanmanın Akdeniz seferine çıkacağı sırada, gayet telaşlı görünen Çapkın Bekir, Mahmudiye Kalyonu’nun efradı arasında İstanbul’dan ayrıldıktan bir hafta sonra, meşhur kadınla cariyesinin ortalıkta görülmemesi; semt sakinlerinin dikkatini çekti; fakat gittiği düğün evlerinde fazla kaldığı bilindiğinden pek merak edilmedi.
O sıralarda Sultan Mahmud’un ölümü ile Sultan Abdülmecid’in cülusu, Kaptanı Derya Hâin Ahmed Paşa’nın Osmanlı donanmasını Çanakkale’den kaldırıp, İskenderiye’ye götürmesi ve orada devletin asi valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya teslim etmesi gibi önemli olaylar Cevriye Hanımı unutturmuştu. Kadının kaybolduğu ancak bir ay sonra zabıtaya ihbar olundu.
Yine zabıta tarafından açılan konakta, hanımın yatağının karmakarışık halde olduğu, odada tersanelilerin kullandığı pamuk ipliğinden kırmızı kuşak ile yine tersane efradına mahsus bir çift beyaz çorap görüldü. Nihayet ağır kokunun hissedilmesiyle, sarnıç içinde iki kadının cesetleri bulundu. Cariye suda boğulmuş, hanımı ise kuşakla boğulduktan sonra sarnıca atılmıştı.
Galata’da bir meyhanecinin de: “Donanmanın hareketinden bir gün önce Çapkın Bekir geldi, telaşlı idi. Belinde kuşağı yoktu, sordum akşam çok sarhoştum hamamda yattım orada unutmuşum,” şeklindeki ifadesi ile katilin o olduğuna iyice kanaat getirildi. Donanmanın Mısır valisi tarafından devlete iade edilmesinden sonra da Mahmudiye efradı arasında Bekir’i bulamadılar. Arkadaşları onun İskenderiye’de iken gemiyi terk edip kaçtığım söyledi.
- HAİN ZEVCE
15/16 şubat 1860 tarihinde perşembeyi cumaya bağlayan gece, İstanbul’da emekli ferik İbrahim Paşa; Fincancılar Yokuşu’ndaki konağında uyurken boğazı kesilmek suretiyle öldürülmüş ve meçhul katil kayıplara karışmıştı.
Cinayet olayının zabıtaya intikali önce ailesi tarafından yapılması gerekirken; boğuk sesleri işiten komşularının karakola koşması şüphe ile karşılanmış ve uzun sürmeyen soruşturmada, İbrahim Paşa’ya ikisi erkek olmak üzere beş çocuk kazandıran eşi Emine Hanım’ın birbirini tutmayan ifadeleri, üstelik bir cariye ile bir uşağın verdikleri ipuçları, menfur cinayetin işleniş şeklini meydana çıkarmıştı.
1852 yılında Yanya’da bulunan İbrahim Paşa, bir gün vilayetin köylerinde dolaşırken, Krebneli köyünde gördüğü Hüseyin adında on yedi yaşında gayet yakışıklı bir delikanlıyı yanına uşak almıştı. Fakat bu çocuk konakta uşak muamelesi görmemiş, paşanın kendisine gösterdiği muhabbetle adeta bir küçük bey olmuştu. Hatta harem kısmının bir odasında yatıp kalkmasına kadar varan bu aşırı sevgi, İstanbul’da da devam etmişti.
Beraberinde getirdiği yüzce güzel, eli ayağı düzgün Krebneli Hüseyin, birkaç yıl sonra vücutça serpilip gelişince; paşasından gördüğü muhabbete bu defa hanımının da ilgisi eklendi. Sözün kısası Emine Hanım, dilber yüzünde karanfil bıyık, sinesi perçemli, arslan pençeli ve yürürken topuklarını kütürdeten şehbaz delikanlıya âşık oluverdi. Artık hanımının eli altında oynayan Krebneli Hüseyin, geceleri ev halkı uyuduktan sonra, beş çocuk anasının yatak misafiri sayılıyordu.
- KABAHAT KİMDE?
Gittikçe azıtan bu davranış sebebinden karı ile kocanın arası açılmıştı. Önceleri sinirlenip söylenen Emine Hanım iken, sonradan homurdanan İbrahim Paşa oldu. Nitekim bir gün delikanlının mutad şımarıklığını bahane ederek, eline verdiği birkaç kuruşla memleketine gitmek üzere konağından kovdu. Ama Krebneli Hüseyin gitmeyip, şehirde bir bekâr hanında tuttuğu odaya yerleşti. Aslında ona bu yolu gösteren Emine Hanım idi.
Böylece geçen on ay içinde oynaşına verdiği sermaye ile Divanyolu’nda kiraladığı tütüncü dükkânına fırsat buldukça gidip, hem gönlünü eğlendiriyor, hem de türlü vaatlerle toy sevgilisini kocasını öldürmeye teşvik ediyordu… Böylece plan gereğince perşembe günü akşamı konağının harem kısmının arka kapısını açık bırakmasıyla içeri giren âşkı, hanımın yatak odasındaki yüklüğe gizlendi. Gece el ayak çekilince Emine Hanım’ın verdiği işaretle yüklükten çıkan delikanlı, karısının koynunda derin uykuya dalan İbrahim Paşa’nın üzerine çullandı. Debelenmemesi için de nankör kadın, kocasının ayaklarından tutuyordu. İdare lâmbasının ışığında parıldayan bıçak birkaç defa inip kalktı ve bunca yıl çeşitli nimetlerini gördüğü efendisinin öldüğüne kanaat getiren Krebneli Hüseyin, toparlanıp kayıplara karıştı.
İşin garibi kısa müddet de olsa komşular tarafından işitilen boğuk sesleri konaktakiler duymamıştı. Emine Hanım, ertesi günü olaya bir gece hırsızının işi süsünü verecekti. Zira o devirlerde hırsızlar girdikleri yerlerde, karşılarına çıkanları aman vermeden öldürürlerdi. Ama kararlaştırdıkları vakitten önce zabıtaya yapılan ihbar, planlarını altüst etti.
Komşuların ayaklanması üzerine derhal konağı saran zaptiyelere Emine Hanım, hırpani kılıklı birinin pencereden kaçarken gördüğünü beyan etti ise de, konağın harem kısmında tek bir açık pencere görülmedi. Katil Hüseyin kaçarken kanlı bıçakla, ellerini sildiği kanlanmış mendili yok etmesi için hanımına bırakmıştı. O da kanlı mendile sardığı bıçağı telâşla tuvalete atmış, fakat suç delilleri künk ağzında tıkanıp kalmıştı. Az sonra iddia edilen hırsızın tuvalet penceresinden kaçması ihtimaliyle bakıldığı zaman, onlar da ele geçti. Ayrıca cinayet anında kocasının ayaklarını tutarken entarisine sıçrayan kandamlasının görülmesi, inkâra mecali kalmayan fettan kadını suçunu itirafa mecbur bıraktı.
- BAŞ AÇIK ASILDILAR
Mahkemedeki sorgusunda tek müdafaası, kocasını ahlâksızlıkla ithamdan ibaret kaldı. Kısa bir müddet sonra yakalanan katil Hüseyin: “Beni yanına aldığında baba sanmıştım. Altın adımı bakır etti. Gencim, cahilim, şeytan ile bu hanıma uydum,” deyince, hâkimler Hüseyin’i fuhuş yolunda taammüden katilden, Emine Hanım’ı da sevdiği genci zayıf noktalarından yararlanarak cinayete teşvik ve fiilen iştirakten zamanın ceza kanununun 175 ve 184. maddeleri gereğince asılmak suretiyle idama mahkum etti. Sultan Abdülmecid tarafından onaylanan karar 5 mart 1860 tarihinde pazar günü sabahı köprünün Eminönü ciheti başında infaz edildi. Kurulan iki darağacının altına yalın ayak ve başları açık getirilen iki mahkumdan önce Hüseyin, sonra da Emine asıldılar.
Cinayet mahkemesi bu olayla ilgili hayli enteresan bir karar daha vermişti. Ailenin iki erkek çocuğundan küçüğü henüz rüşdiye mektebinde öğrenci, büyüğü de Babı ali tercüme kaleminde kâtipti. Annelerinin uşak Hüseyin ile olan çirkin ilişkilerini bildikleri halde, bir müdahalede bulunmayacak kadar ilgisiz kalmalarını suç sayan cinayet mahkemesi, her ikisinin de önmürleri boyunca devlet hizmetinden mahrumiyetlerine karar verdi. Bir kanun maddesine dayanmayan bu makul hükmü padişah da onayladı.
- 272 YIL ÖNCEKI CİNAYET
Yıl 1703… İstanbul Kadırga’daki Sokollu Mehmed Paşa tekkesi şeyhi, meşhur Karabaş Ali Efendi’nin oğlu Şeyh Manevi Efendi; Sultan İkinci Ahmed zamanında hünkâr şeyhi olmuş, güzel konuşmasıyla eşi az bulunur bir vız olarak tanınmıştı.
Davutpaşa iskelesinde surlara bitişik, Yedikule dizdarına ait olan evi; önce sahibini kandırarak elinden almış, 1698 yılında ölümü ile de fevkalade güzelliği ve zenginliği şehrin dilinde destan olan dul karısını nikâhlamıştı.
Ne var ki, bu ünlü hanımefendi, yeni evliliğinin dördüncü ayında bir gece ani olarak öldü, tabutu ertesi sabah erkenden ve namazı kılınmadan şeyh kocasının müritlerinin omuzlarında taşınıp, gömülmek üzere Topkapı mezarlığına götürüldü.
Fakat âni olarak cenaze alayının önüne çıkan bir kadın merakla cemaatten ölünün kim olduğunu sordu. “Şeyh Efendi’nin haremidir” cevabını alınca feryada başladı. Meğer bu kadın ünlü hanımefendiyi sık sık ziyaret eden bir dostu değil miymiş? Kötü haberi işitince: “Akşam ben bu hatunu sağ bırakmıştım. Yanından ayrılırken, beni yalnız bırakma diye yalvarmıştı. Olamaz, ben bu ölümden şüphe ederim,” avazeleriyle doğruca Topkapı kolluk çorbacısına gider: “Şu ölüyü mezara koymasınlar! Sonra nedamet çekersiniz,” sözleri üzerine cenazeyi kale kapısından çıkart-mayan çorbacı, keyfiyeti muhbir kadın ile birlikte sadaret kaymakamına arz eder.
Bunun üzerine bir mübaşir gönderilerek, şeyhülislâm kapısına getirilen cenazenin, kadınlardan teşkil olunan bir heyet huzurunda yapılan muayenesinde; boğazında, boğulduğunu gösteren ip yarası, başında birkaç bere, el ve ayaklarında kesikler görülür. Üstelik cenaze gasledilmediği gibi, kefen yerine âdi bir yatak çarşafına sarılmıştır.
Feci bir cinayet karşısında bulunduklarını anlayan muayene heyetinin yeminli beyanları üzerine, derhal tevkif edilen Şeyh Manevi Efendi, muhbir kadınla yüzleştirilince: “Evet, bu hatun akşam benim evimdeydi. Zevceme bu hâli kim etmiş benim de haberim yoktur! Ben dahi davacıyım,” derse de bütün deliller aleyhindedir. Zaten özel hayatı hakkında söylenenler de pekiyi değildir. Kaymakam paşa ölünün taşradaki vârisi gelinceye kadar, şeyhin mevkuf kalmasını emrederse de, çok geçmeden zindan köşesinde hastalanıp öldüğü duyulur. Böylece Vak’anüvis Râşid Efendi’nin kaydettiği gibi “davâları âhirete kaldı” dediği Manevi’ Efendi’nin as-lında zindanda gizlice idam edilişinin sebebi; şeyhlerin ve tekkelerin halk gözünde haysiyet ve namusunu korumak isteyen hükümetin tutumuna yorumlanmıştı. Zira hünkâr şeyhliği etmiş meşhur bir vâızı katil olarak teşhir edemezlerdi.