(Röportaj: Günay BAŞAR. Siz, 1966)
İsmail Dümbüllü’yü kim tanımaz ki. Eski nesil, orta-oyununun bu büyük ustasını bol bol sahnede görmüş, sayısız kahkahalar atmış, yeni kuşak da radyoda, filmlerde kendisini alkışlamış, takdir etmiştir. Şimdi biraz yaşlanma, biraz kalp kifayetsizliği ve daha çok da orta-oyununun yerine başka türlerin geçmiş olması, onu bol bol seyretme fırsatından bizi mahrum ediyor.
İsmail Dümbüllü’yü Kızıltoprak’taki evinde ziyaret ettiğimiz zaman arzumuz, onunla birlikte karısını da görmekti. Karısını görmek ve yirmi üç yıldır, bir sanatçıya eşlik etmenin güçlüklerini kendisine sormaktı. Yirmi üç yıl bu, dile kolay… Üstelik hemen her gece evinden uzakta, büyük kütleler tarafından alkışlanan, şımartılan bir adamın karısı olarak yaşamak… Yazık ki kendisini bulamadık. Ama onun yerine çok sevimli iki kızları, ipek ve Serpil vardı.
Ev, çiçek içinde ve tertemizdi. Sanki her köşesi, burada mutlu insanlar yaşıyor, der gibi idi.
Türk sahnesinin emektar sanatçısı son teşebbüsünden bahse derken kızarıyor ve heyecanlanıyordu. Bir süre önce Ankara’da halkın karşısında kadim Orta Oyunu gösterileri yapan Dümbüllü şimdi de İstanbullulara anlaştığı bir tiyatroda Orta Oyunundan örnekler veriyor. Temsiller sırasında Tevfik İnce’nin kendisine “Açma ” vereceğini söyleyen İsmail Dümbüllü açmayı şöyle açıkladı:
-Orta oyununda biliyorsunuz, artiste karşısındaki bir laf söyler, yani açma verir, artist de zemin ve zamana göre onu cevaplandırır. Mesela şöyle… Ben bir kıza soruyorum, ismin ne?… Cevabı kız yerine, bir başkası, açma yapan verir. “Arşaloz.” Ben de hemen cevabı yapıştırırım. “Sana sorduk mu a saloz.” İşte buna açma vermek derler. Bu sırada annelerinin yokluğunda ev sahipliği vazifesini üstüne alan kızları İpek, kahve getirdi. Siyah saçlı, alımlı bir kızdı İpek…
-Kızlarınızın sahneye merakları yok mu?
Dümbüllü durakladı.
-Vallahi, küçüğün var, büyük de bir ara istedi ama malum, biliyorsunuz, biz de bir kadın için sahne hayatı ne kadar güç…
Ömrünü sahnede geçirdiği halde kızlarının sahneye çıkmasını istemiyordu. Devam etti,
-Kadının yeri, evidir. Bakınız, bizim hanıma… Yirmi üç yıldır ben, geceleri giderim, gündüzleri de evde kapanır çalışırım. Hanımın gık çıkmaz, gül gibi geçinip gideriz… Ama bu rahatı ben bulmasaydım, doğru dürüst çalışamazdım ki. Benden çoluk çocuk, hepsi biraz korkarlar, gene de severler değil mi İpek?
İpek bize döndü.
-Hayır, korkmak değil, babamızın sanat yönünden değerini biliriz ve bu bakıma onu çok sayarız. Onun dinç kafa ile mesleğine hizmet etmesine yardımcı olmak isteriz, el birliği ile…
Dümbüllü kızınn sözünü kesti.
-Ben de, en çok evimde rahat ederim. Sahnede benim yaptığım iş çok güçtür. Ter içinde kalır insan. Bir günlük yolda bile olsam eve dönmek isterim, ancak o zaman rahat nefes alırım.
-Yaptığınız işin güçlüğünü bize biraz açıklar mısınız?
-Anlatayım. Biliyorsunuz, orta oyunu öbür piyesler gibi yazılmaz, konunun ana hatları belirtilir, o kadar. İşte güçlük o zaman başlar. Seyircinin ilgisini çekme yükü, tek başına bir insanın omuzlarına çöker yani diyelim ki bana… Seyirci, her zaman aynı değildir ki… Bu yüzden, her sahneye çıkışımızda başka türlü oynarız.
-Yani demek istiyorsunuz ki, siz oyununuzu, o günkü seyirciye göre ayarlıyorsunuz.
-Öyle ya… Bakarım ki seyirci bir sahneye gülüyor, hoşuna gitti, o sahneyi elimden geldiği kadar uzatırım. Eğer seyircisini bulursam, bir de iyi bir günümde isem, piyesi iki saatte bitireceğime, dört saatte bitiririm.
Biraz durdu, eski günleri yaşar gibi dalmıştı, sonra devam etti.
– Ben oynarken, mutlaka seyircinin yüzünü görmek isterim. Onun için parter ışıkları yanık olmalı. Hem sahnede rol yapmalı hem de seyircilerin yüzünü tetkik etmeliyim. Şimdiki tiyatrocular yapmıyorlar bunu, fazla elektrik sarfiyatı olmasın diye mi, kim bilir.
Bu sırada küçük kızı Serpil, mektepten geldi. Tombul, şipşirin bir şeydi. Babasını öptü, bizim ellerimizi sıktı. Uslu uslu bir yere oturdu. Ama belliydi, misafirler var diye uslu durduğu… Pırıl pırıl şeytanlık dolu gözleri ile evin en renkli siması idi Serpil. Babası, sevgi dolu gözlerle kızına bakıyordu.
-Şu kızı görüyorsunuz ya, ne taklitler yapar. Benim, annesinin… mektepteki arkadaşlarının… Bayılırsınız.
İçimden işte diyordum, mutlu bir aile. Üstelik güç şartlar içinde mesut yaşıyorlar. Bunun başlıca nedenini, birbirlerine olan saygılarında aramak gerek…