Burada Ömer Hayyam’ın şairliğinden ve dünyaca meşhur olan Rubai’lerinden bahsedecek değiliz. Bu bahse dair eski sayılarımızda çıkmış yazılar vardır. Bu sütunlarda bir İngiliz mecmuasının küçük bir yazısı vesilesiyle o büyük şark şairinin Copernic’den ve Galilé’den çok önce kâinatın sistemini sezmiş ve yeni heyet nazariyesini ortaya koymuş olduğunu söylemek istiyoruz. Bu İngiliz mecmuası Ömer Hayyam’dan bahsettiği sırada onun büyük bir şair olduğu kadar, mühim bir riyaziye ve heyet âlimi olduğunu da kaydediyor ve meşhur “Takvimi Celâli”nin onun tarafından tertip edildiğini anlatıyordu.
Malûmdur ki, Takvimi Celâli birinci Melikşah’ın hükümdarlığı zamanında ve 1086 senesinde meydana konmuştu. İran’da hüküm süren büyük Selçuk hükümdarlarının üçüncüsü olan bu zat, halis Türk ırkına mensup olan Selçukluların en büyüğü sayılır. Onun büyüklüğü yalnız yirmi yıl kadar geniş ülkelerde İmparatorluk etmiş olmaktan değil, bilhassa ilim adamlarını korumaktan ve zamanında gayet mühim ilmî tesisat meydana getirmiş olmaktan ileri gelir.
Melikşah’ın öteki adı Celâlettin olduğu için onun namını taşıyan bu takvime Takvimi Celâli veya Takvimi Melikşahî adı verilir. Bu takvim hakkındaki mevcut malûmata bakılırsa o, bugünkü heyet nazariyesine tamamıyla uygun olarak meydana getirilmiş, yirminci asrın bilgilerine göre doğru bir zaman hesabına istinat ediyor. Çünkü oradaki telâkki, dünyanın hem kendi mihveri, hem de güneş etrafında döndüğü esasına müstenittir.
Demek ki, Avrupa ilim dünyasınca ilk defa Copernic tarafından ifade edilen ve sonra Galile tarafından teyit ve ispat olunan yeni heyet nazariyesi, birinci zattan dört yüz yıl, ikincisinden de üç yüz sene evvel bir Türk sarayında ve ırkça Türk olması pek mümkün olan bir şark âlim ve şairi tarafından ileri sürülmüş bir hakikattir.
Copernic 1473 – 1548 seneleri arasında yaşamıştı. Dünyanın hem kendi mihveri, hem de güneş etrafında döndüğü hakkındaki kanaate 1512 de sahip olduğu, fakat zamanının dinî taassubundan korktuğu için fikrini neşredemediği rivayet olunur. Eserini ancak ömrünün sonlarına doğru neşredebilmişti. O zamana kadar Avrupa heyet âleminde Batlamyos’un kanaati hüküm sürmekte idi ki, bu da dünyayı âlemin merkezi sanmaktan ibaretti.
Galile’ye gelince, o da 1564 – 1642 yılları arasında yaşadı. Copernic’in kendisinden bir asır evvel ifade ettiği kanaate o da vâsıl olmuş ve arzın gerek kendi mihveri, gerek güneş etrafında döndüğünü ispat eden bir eserinden dolayı Papa üçüncü Paul’ün emriyle Engizisyon mahkemesine verilmiştir.
Galilé, mahkeme huzurunda kilisenin mahkûm ettiği bu fikri bir daha neşretmeyeceğine yemin etmek suretiyle ölümden kurtulmuştu. Gerçi bu büyük adamın mahkeme huzurunda yemin ettiği sırada dayanamayarak ve ayağını yere vurarak “Ne yapayım ki, dünyanın ayağımın altında döndüğünü hissediyorum.” Dediği hakkında bir anane vardır. Fakat Engizisyon mahkemesinin hiç şaka götürmeyen zalim bir müessese olduğu düşünülür ve Galile’nin bu muhakemeden sonra hayli zaman yaşadığı da hatırlanırsa o büyük adama isnat edilen bu celâdetin sonradan yakıştırma bir rivayetten ibaret olduğunu kabul etmek icap eder.
Bununla beraber, bizim anlatmak istediğimiz cihet. Galile’nin ehemmiyetini veya ahlâkî faziletini küçültmek değil, ancak şarka ait bir tarihî hakkı mevzuu bahs etmektir. Bugün mektep kitaplarına varıncaya kadar bütün klâsik eserlerde kâinat sistemi hakkındaki buluşun Copernic ile Galile’ye mal edilmesi gösterir ki, onlardan dört asır evvel bu kanaati ortaya sürmüş olan bir şarklı âlimin hakkı tamamıyla unutulmuş gibidir. Bunda garbın kastı bulunsa bile, şarkın kayıtsızlığı kolay affedilemez.
Bugünkü ilmin bize garp yoluyla gelmiş olması, onlardaki telâkkileri oldukları gibi kabul etmemize sebep oluyor. Hâlbuki ortaçağlarda garp karanlık bir taassup ve cehalet örtüsü altında uyurken şark uyanıktı.
Dünyanın döndüğünü iddia eden Galile on altıncı asırda devlet tarafından mahkemeye verilmiş, hâlbuki on birinci asırda ayni davayı ileri süren Hayyam dehâsından dolayı en yüksek ihtirama mazhar olmuş ve Türk sarayında refah içinde çalışmıştı, Ömer Hayyam’ın Celâli takvimi vesilesiyle şark dünyasının kendi fikir tarihine ait kayıtsızlıklarını hatırlamalı ve bu misalin birçok benzerleri bulunduğunu da düşünmeliyiz.
Hayyam’ın takvimi meselesi bizi başka bir noktadan da düşünmeye sevk edecek bir mahiyete haizdir:
Şarkın bu filozof şairi 1123 senesinde, yani bundan tamam 815 sene evvel öldü. Bıraktığı birkaç yüz Rubaî hâlâ dünyanın her tarafında sevilerek okunuyor ve okundukça düşündürüyor. Çünkü Hayyam yalnız ahenkli ve seçme söz söylemeye, kafiye ve vezin ile hoşa gidecek lakırdıları tertip etmeye meraklı bir adam değildi, yani münhasıran şair değildi, her şeyden evvel zamanının büyük bir âlimi ve filozofu idi.
Her biri dört satır içinde dinamit gibi bir fikir yıldırımını saklayan Rubaîler, ilmî ve felsefî görüşlerin muhassalalarıdır.
Şuna kanaat etmeliyiz ki, bilgisi mahdut olan bir adamın ne kadar duygulu ve yüksek zevkli olursa olsun, iyi bir şair olmasına ve hele içinde felsefî bir görüşü icmal etmeyen bir şiirin uzun zaman yaşamasına imkân yoktur. “Bizde şiir ölüyor mu?” anketinin bir cevabını da buradan çıkarmak mümkündür. Hiç bir fikir disiplini altında yetişmeyen kültürü ve felsefî terbiyesi bulunmayan şairlerin eserleri elbette ölüme mahkûmdur.
I.A.G.