İbrahim Ağa nasıl yumurtladı? Üç üzüm tanesi için İstanbul’dan nasıl Bağdat’a gitti, evinin bodrumunda bulduğu üç küp altını ne yaptı? Karısı imtihanı nasıl kaybetti.
YAZAN: İbrahim Hakkı KONYALI
Derler ki sadık rüyalar bile mükemmel birer insan olan peygamberlerin nübüvvetlerinin kırkda birine bile esas olamaz. Bununla beraber bütün tarih boyunca rüyaların insanların umumî hayatları üzerinde mühim rolleri bulunduğu inkâr edilemez.
Tarihimde, din kitaplarında rüyalara inanış yüzünden doğan birçok facialar yer almıştır.
Bizim Topkapılı Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağanın rüyası pek enteresandır. Onun rüyası Türkün sanat ve mimarî tarihine Topkapı dışındaki (Takkeci Camii) gibi eşsiz bir pırlanta kazandırmıştır.
İbrahim Ağa engin bir tevazu ve tevekkül içinde takke yaparak geçinen kanaatli bir adamdı. Bir gece rüyasında ona dediler ki;
— Bağdada git. Köprünün karşısında hurma ağacının altındaki asmada senin üç üzüm tanesi kısmetin vardır. Onu al, ye!
Üç üzüm tanesi için aylarca süren meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuk göze alınabilir mi idi? Bunun için İbrahim Ağa rüyasına ehemmiyet vermedi. Fakat ertesi gece ve daha bir çek geceler rüyası tekrarlandı:
— Bağdada git üç üzüm tanesi kısmetini al!
İbrahim ağa bu esrarlı ve ısrarlı rüyanın tesirinden kurtulamaz. Günlerce hazırlanır, çarığını çeker, asasım alır, heybesini omuzuna vurur; yola düzülür. Aylardan sonra Bağdada varır. Medinetüsselâm köprüsünün karşısındaki bir aşçı dükkânının peykesine oturur. Gözüne hurma ağacına sarılmış bir asma ilişir kalkar olgun bir salkımdan üç tane kopararak ağzına atar. Tekrar peykesine geçerek çubuğunu tüttürmeye başlar. Bu sırada da yanındaki peykeye yeşil sarıklı bir ihtiyar gelir. İbrahim ağa gördüğü rüyaların bu suretle tahakkukundan doğan derin bir haz ve hayret içinde düşünürken ihtiyar;
— Arkadaş der! Ne düşünüyorsun Bağdada niçin geldin?
İbrahim ağa rüyasını anlatır, ihtiyar gevrek bir kahkaha ile;
— Ne saf adammışsın be birader der. Ben üç seneden beri rüya görürüm. Bana İstanbul, da Topkapı dışında Topçularda bir takkecinin kömürlüğünün altında üç küp altın var. Git aç, al derler de yine ehemmiyet vermem. Üç üzüm tanesi ve Bağdat yolu. Doğrusu pek saf adammışsın!
İbrahim ağanın gözlerinde sevinç şimşekleri çakar. Tarif edilen k ömürlük kendi kömürlüğünün ta kendisidir. Hemen ertesi gün yola çıkar İstanbul’a gelir. Karısının evde bulunmadığı bir zamandı kömürlüğü kazar. Silme dolu üç küp altın bulur. Bunun şayi olmasından ve elinden alınmasından korktuğu için küplerin üstünü örter. Evvelâ karısına imtihan etmeye karar verir. Ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra aşağıya iner ve refikasına:
— Karıcığım der; sana bir sır vereceğim ama komşuların duymasından korkarım. Eğer duyarlarsa rezil olurum. Aramızda kalacağına söz ver! Kadın söz verir. İbrahim ağa koynundan çıkardığı bir yumurtayı uzatarak;
— Karıcığım der! Bu sabah hafif bir sancı geçirdim. Biraz sonra elimi atınca bacaklarımın arasında bir yumurta buldum. Şimdi aynî sancıyı geçiriyorum. Galiba yine yumurtlayacağım.
— Vallahi kimseye söylemem kocacığım! Ne âlâ, eğer çok yumurtlarsan satar geçiniriz.
İbrahim ağa bundan sonra çiçeklerini sulamak içir, bahçeye geçer… Biraz sonra karısının pencereden komşusuna seslendiğini duyar;
— Hu! Hu. Fatma hanım! Sana bir sır vereceğim. Aramızda kalsın. Bizim efendi bu sabah bir yumurta yumurtladı.
Bu haber pencereden pencereye, cumbadan cumbaya tâ Arakiyeciler çarşısına kadar şimşek hızı ile yayılmıştır. Kuşluk vakti İbrahim ağa eşeğine biner, işine gider. Daha çarşıya girerken horoz taklidi yaparak Kikiriko!.. diye ötenleri, kabaranları, yere kanat sürüyen horozlar gibi yan yan yürüyenleri görünce uçurduğu haberin kendinden evvel çarşıya geldiğini hayretle görür ve karısına itimat edilemeyeceğin anlar. Bundan sonra kömürlükteki üç küp altını gizli gizli çıkarır, mimarini çağırıp, sebil, selsebil. kuyu ve camiden müteşekkil bir din ve içtimai yardım müessesesinin plânlarını hazırlatır ve 986 H yılında kendi sanatile adlandırdığı Takkecilerdeki sebilden ise başlar. Eski zamanlarda kötü huylular sinsi bir kıskançlıkla ; tevazu ve kanaat içinde çalışarak tasarruf edenlerin ve para biriktirenlerin m eziyetlerini inkâr ederler, yaptıkları işleri küçültmek ve kötülemek için de öyle define hikâyeleri uydururlardı, işte bu rüya ve yumurta hikâyesi de mahrum-i fasıkların uydurdukları avamın ağzına sakız gibi verdikleri bir masaldan başka bir şey değildir. Takkeci İbrahim Ağa, temiz, dürüst bir mesai ile çalışan, para biriktiren ve bunu hayra sarf eden güzellikler âşıkı bir Müslümandır. 1453 se nesi İstanbul’un kara surları önünde patlayan Fatihin topları Bizans’ın ayakta salabildi 0eserleri için bir kurtuluş müjdesi olmuştu. Çöken ve taaffün eden bir heyeti içtimaiye o asil abideleri muhafaza edemezdi. Takkeci İbrahim Ağa Türk toplarının ilk tabye edildikler yerlerde camiini kurarken Türkün medeniyet severliğine mânalı bir imada bulunuyordu Bu abide Bizans’a beraber beşeriyete yeni bir çağ açan Türklerin sembolik bir hâtıralardır.
Takkeci mamuresini teşkil eden sebil muhteşem bilezikli kuyu ve cami Türk güzel sanatlarının ve mimarlığının karakteristik vasıflarını toplamış, cüsse itibariyle küçük, cevher ve mâna itibariyle büyük ve eşsiz birer eserdir. Yazının, tezhibin ve çiniciliğimizin en mütekâmil örneklerini burada buluyoruz. Garp güzel sanat mensuplarının, seyyahların bir kâbe gibi tavaf ettikleri ve önünde vecd ile titredikleri bu manzumeyi bizde tarayan ve bilen pek azdır. Sabık milletvekili Ordinaryüs profesör, Tarih Kurumunun güzide üyesi üstat tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi adlı eserinin ikinci cildinin 632 inci sahifesinde Osmanlı mimarî eserlerini yazarken bu camii şöyle tespit etmiştir: (Kara Ahmet paşa (Takkeciler camii). Üstat mimarî tarihimizde bir merhale, bir mektep olan Takkeciler camiini hiç bilmiyor. Mimar Sinan tarafından Sadrazam Kara Ahmet Paşanın vefatından sonra vasiyeti üzerine yapılan ve bugün (Topkapı camii) adını taşıyan mabedi Takkeci camii sanıyor. Bir başka profesörümüz de bir mecmuada yazdığı uzun bir tetkik yazısında Takkeci camiini Mimar Sinan a yaptırma zühulüne kapılıyor. Kapısının üstündeki 12 mısralık kitabeden öğrendiğimize göre cami Mimar Sinan öldükten 4 sene sonra 1000 H. yılında yapılmıştır. Bileziği başlı başına bir sanat eseri olan kuyu da 1002 yılında tamamlanmıştır. Camiin içindeki kitabelerin bize öğrettiğine göre kızı Ayşe, anası Emine Hatun ile oğulları Mustafa Subaşı ve Halil Çavuş İbrahim Ağanın hayratını kuvvetlendirmek için yeni ilâve vakıflar yapmışlardır. Mabet çinileri, istalaktikli minaresi zarif kuyu bileziği, mermer çıkrık kolları ile Türk sanatının bütün asaletlerini yaşat – maktadır. Mabedin kubbesi ahşaptır. Eteklerini altın yaldızlı salkımlar süslemektedir. Bu tezyinat arasındaki kırmızı renkler altının bir aynası gibi kullanılmıştır. 30 pencereden ışık alan mabedin bütün duvarları er nefis ve emsalsiz çinilerle kaplanmıştır. Mabedin çinileri 1292, 1294, 1328 yıllarında üç defa hırsızların tecavüzüne uğramış, panolardan yüzlerce kıymetli parça çalınmıştır. Mabedin sanat füsununa kapılan bir Alman müsteşriki ikinci Dünya harbinden evvel her sene Berimden para göndererek İbrahim Çavuşun mezarı önünde kurban kestiriyordu. Bu bağış harpten sonca kesilmiştir.
1004 H. Yılında ölen İbrahim Ağa sebilinin arkasındaki mezarlığa gömülmüştür.
Mabedin köşesindeki çukur çeşmeyi 1225 H. yılında Derviş paşa yaptırmıştır. Havlu kapısının üstündeki kitabeden de mabedin 1247 yılında Sultan Mahmut tarafından tamir edildiği anlaşılmaktadır.
İbrahim Hakkı Konyalı