Yazan: HASAN ADNAN GİZ
Ege denizinin cenubunda sıralanan Kiklat adalarının garbında heybe şeklinde küçük ve volkanik bir ada vardır: Milo Adası.
İşte mitolojinin, Akdenizin beyaz köpükleri arasında doğduğunu rivayet ettiği güzel aşk ilahesi beş on asırlık bir uykudan sonra bu adanın karanlık bir köşesinden yeryüzüne çıktı.
Eğer o sırada Osmanlı Devleti ağır yükler altında olmasaydı, bu çıkış hayli gürültülü olacaktı. Çünkü Avrupa müzelerini süsleyen birçok değerli eserler gibi Venüs heykeli de bu devletin sınırları dâhilinde bulunmuş ve yabancı ülkelere kaçırılmıştır.
Bakın nasıl oldu bu iş?.. 1820 yılında soğuk bir kış sabahı!.. “Yorgos Botonis” adında Kastro’Iu bir köylü oğlu ve yeğeni ile beraber bir dağın yamacında sahip olduğu toprakları kazıyordu. Genç Botonis’in şakrak bir türküye tempo tuttuğu kazması birden bir boşluğa saplandı. İkinci bir darbe ile toprak çöktü yerde esrarlı bir karanlığa doğru giden bir çukur açıldı. Meraka düşen genç adam hemen babasını ve yeğenini çağırdı. Bu esrarlı tünelin başında toplanan üç kişi arasında hararetli bir münakaşa başlamıştı:
Köylülerle Fransızlar arasında çıkan kavga yüzünden Venüs heykelinin kolları kırılmıştı…
—Bu bir bostan kuyusudur.
—Hayır, bir mağara olmalı!.
—Bana kalırsa bu bir mezara benziyor!
—Kim bilir, beki içinde bir define gizlidir?
Bu son düşünce üç kişinin gözlerinde canlı parıltılar yaratmıştı. Baba Botonis ümitle haykırdı:
—Haydi yapışın kazmalara!… Bu çukuru açmalıyız.
Büyük bir para hırsı ile kazmalara sarılan üç adam yarım saat içinde bir insan geçebilecek kadar bir çukur açmışlardı.
Bu delikten giren ışık altında çukurun zemini görünüyor ve burasının nihayet 3-3,5 metre derinliğinde lahit şeklinde bir mağara olduğu anlaşılıyordu. Büyük bir merak içinde kıvranan genç Botonis hemen kendini açılan delikten aşağı bıraktı. İki adam onu takip ettiler. Birden üç kişi mağaranın alaca karanlığında gördükleri manzara karşısında titrediler.
Karşılarında yarı çıplak ve çok beyaz bir kadın vardı. Asırlardan beri karanlıkta gizlenen bu beyaz vücut şimdi günün hafif ışıkları altında ne saf ve parlak görünüyordu.
Yan korku, yarı merak duygulan arasında kalan Botonis elini kadının çıplak göğsüne doğru dokundurdu ve birden geri çekilerek haykırdı.
—Bir heykel!..
Evet, bir heykeldi bu!.. Normal insan cesametinden daha büyük bir statü!.. Göğsü ve memeleri çıplak, belinden ayaklarına kadar inen bir örtü kalçalarının hizasında sağ eli tarafından tutuluyor, yarı kalkık duran sol elinde elma büyüklüğünde bir yuvarlak tutuyordu.
Eğer Paleo – Kastro köylüleri biraz tarih okumuş ve hele o asırda tahsili moda halini alan eski Yunan sanatını gözden geçirmiş olsalardı, Botonis le arkadaşları bu heykelin bir Yunan ilahesi nihayet bir Venüs olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceklerdi.
İhtiyar Botonis tarihten çakmamak- la beraber sık sık adaya gelen ve araştırmalar yapan yabancıların bu eski eserlere büyük bir değer verdiklerini pekâlâ biliyordu.
—Oğlum – dedi – umarım ki bu heykel bize çok para kazandıracak, şimdi onu gizlice eve taşır ve Adaya gelen Avrupalılara göstererek yüksek fiyatla satarız.
Oğlu elini alnına götürdü:
—Fakat bu koca heykeli eve kadar götürmek hiç de kolay değil!… Korkarım hükümet haber alırsa başımız belâya girer!..
Botonis onu da kim düşünür der gibi omuzlarını silkti. Heykeli biraz gözden geçirince üst üste oturtulmuş iki parçadan ibaret olduğunu ve sol kolunda demir bir çengel ile bağlandığını gördüler.
Artık kaideyi mağarada bırakarak güzel ilâheyi evlerine götürmeye karar vermişlerdi. Çok ağır olan heykel büyük güçlüklerle dışarı çıkarıldı ve güzel vücudu taşlara çarpa çarpa kulübeye taşındı. Üç kişinin kan ter içinde korkarak küfür ederek bu muhteşem eseri yerde sürüklemeleri gerçekten görülecek şeydi.
Üç haydudun çıplak bir kadını kaçırmalarını andıran bu manzarayı görmek devrin romantik şairlerini kim bilir ne kadar coştururdu?..
Tahmininde aldanmayan Botonis çok beklemedi. Nisanın ilk haftalarında İstanbul’a giden “Chevrette” adlı bir Fransız gemisi Milo körfezinde demirledi.
Gemide eski eserlere karşı büyük bir hayranlık gösteren iki arkadaş vardı: Mülâzim Matterer ve genç zabit vekili Dumont D’Urville [ 1 ]. Karaya çıkan bu iki sanat meraklısının Adada eski bir eser bulunduğunu haber almaları ve nihayet Botonis’le tanışmaları uzun sürmedi. Heykeli methede ede nefes tüketen Botonis onları mağaraya kadar götürdü, orada heykelin kaidesini göstererek en güzel parçaların kulübede olduğunu haber verdi, iki arkadaş kulübeye girdikleri vakit gördükleri manzara karşısında hayran olmuşlardır.
Pis, dumanlı ve gübre dolu bir oda, köşede yün eğiren bir kocakarı, ve gübrelerin ortasında sağ eli pisliklere dokunurken sol eli letafetle havaya kalkan o aşk ve gönül ilâhesi!…
Fransız gemisi ertesi gün İstanbul’a doğru yelken açtı. Hâlâ Venü de Milonun tesiri altında olan iki arkadaş, karaya çıkar çıkmaz Fransız sefiri Marki dö Rivière e başvurarak gördükleri eseri bütün kudretleri ile anlattılar ve o kadar methettiler ki sefir nihayet sefaret baş kâtibi Marcellus’u Milo adasına göndererek her ne bahasına olursa olsun bu heykeli satın almaya memur etti.
Başkâtibin bindiği gemi 23 Mayısta Milo koyuna giriyordu. Eğer bu gemi limana girmekte birkaç saat gecikseydi belki Venüs heykelini bugün İstanbul müzesinde görecektik. Güvertede Adayı seyreden Marcellus, sahilde dört beş Türk ve Rum gemicisinin beyaz bir cismi Türk bayrağı taşıyan bir gemiye doğru sürüklediklerini gördü.
Venüstü o beyaz cisim! Ve kaçırıyorlardı işte!..
Marcellus hemen kaptana koşup vaziyeti anlattı. Derhal geminin bütün tayfaları şalupelere atlayarak karaya çıktılar ve ellerindeki sopalarla, kılıçlarla Venüs’ü taşıyan o dört beş gemiciye hücum ettiler. Bu anı ve silâhlı hücum karşısında neye uğradıklarını şaşıran Türk gemicileri, birkaç dakika içinde kendilerini toplayarak mukabeleye hazırlandılar. Fakat Fransızlar o kadar çoktu ki bir kısmı dövüşürken, bir kısmı heykeli kaçırmaya çalışıyor, zavallı Venüs kendi için dövüşenlerin elinde âşıkları arasında kanlı bir mücadeleye sebep olan bir kadını hatırlatıyordu.
Bu çekişme esnasında ipleri kopan heykel sırtüstü düşmüş ve kolları kırılmıştı. Kavga böyle uzun sürerse heykelin parça parça olacağını anlayan Türk gemicileri gemilerine koşarak arkadaşlarını yardıma çağırdılar. İşte bu fırsattan istifade eden Fransızlar, güzel kadının çıplak vücudunu taşlara çarparak zedeleye zedeleye sürükleyip gemilerine kaçırdılar. Ambara atıldığı zaman artık toz toprak içinde kolsuz kalmış bir zavallı kadındı o!..
Marcellus, gece gizlice karaya adam çıkartarak heykelin kırık parçalarını toplattırdı. Ve ertesi sabah Fransız gemisi Marsilya ufuklarına doğru dümen kırdı.
Bir ay sonra esir ve mecruh aşk ilâhesi Lovur müzesinde umumun coşkun ve hayran bakışları karşısında beyaz örtüsünden sıyrılıyordu.
Asırlardan beri türlü efsaneleri söylenen bu esatir perisini seyrederken hemen herkesin düşüncesinde ayni sual canlanıyordu:
—Kolları nerede?..
Fakat kimse bu işin içyüzünü bilmediğinden bilenler de herhangi siyasal bir hâdiseye meydan vermemek için sustuklarından, bu sorgunun cevabı verilmiyor. Ve Venüsün kollarının şekli halk arasında çözülmez bir muamma halini alıyordu.
Aradan uzun bir zaman geçti. Halk arasında bu meselenin izleri silinmekle beraber münevverler ve bu işle ilgili kimseler indinde eski ehemmiyetini kaybetmemişti.
Bu merak tesirde 1872 yılında Fransa’nın Atina sefiri bulunan meşhur Jules Ferry Milo adasına kadar giderek henüz sağ olan Botonis’in oğlu ve yeğeni ile görüştü ve meselenin bütün geçmişini inceledi.
Jules Ferry yaptığı araştırmalar sonunda heykelin Fransızlar tarafından zorla kaçırıldığını anlamış ayni zamanda sanatkârlar arasında bir münakaşa mevzuu teşkil eden o kırık kolların şeklini de tespit ederek Temp gazetesine bildirmişti.
Artık aradan hayli zaman geçtiğinden bu meselenin meydana çıkarılmasında bir engel görülmüyordu. Daha sonra Fransız akademisi üyelerinden Jean Aicard Enstitünün arşivlerine geçirmek istediği ve bizzat “Dumont D’Urville” den dinlediği bu hâdisenin bütün tafsilâtını Revue Hebdómadaire’in (1912) tarihli nüshasında uzun uzadıya anlattı, işte elimizden kaçırdığımız güzel bir kadının bizim için pek acıklı olan macerası!..
[1] Bu tarihten sonra keşifleri ve seyahatleri ile meşhur olan bir Fransız bahriyelisidir. Paris’te bir tren kazasında ölmüştür. (1790 – 1842).