Venüsü kim tanımaz? Bizi bir bakışta büyüleyen kadınlar için “Venüs gibi güzel!” deriz. Herkes bilir ki, eski Yunan efsanelerine göre, bu güzellik ilâhesi denizköpüğünden doğmuştur.
Venüsün birçok resimleri ve heykelleri vardır. En meşhuru Milo adasında bulunan ve 1821 tarihlerinde bizden alınarak Fransa’da Luvr müzesine götürülüp konan Venüs dö Milo adlı heykel, kolları kırık olduğu halde, asırlardan beri güzelliğin timsalidir. Bir Avrupa muharriri müzede, Venüsle hayali bir mülakat yapmış ve bir Avrupa mecmuası da, bu sayfadaki resimlerde gördüğünüz gibi, fotoğraf hileleriyle onu canlandırarak asri hayata çıkarmış. Bu mülâkat hayali olmakla beraber, Venüsün başından geçen maceralara dair hakiki tarih malumatı veriyor: Faydalı ve eğlenceli… Biz de tercüme ediyoruz. Venüsün asırlarca evvelki hayatını kendi ağzından öğreneceksiniz:
“—Ben, bundan iki bin sene evvel, meşhur Yunan heykeltıraşı Skopasın atölyesinde doğdum. O, beni bugün Milo ismi verilen Melos adası halkına sattı. Bu, kayalıklarla çevrili, elma gibi yuvarlak bir adadır. Ahalisi beni bir tepenin üstünde, içinden su fışkıran bir bahçede, pembe mermerden yapılma küçük bir mabede yerleştirdiler. Her sabah gelirler, ayaklarımın ucunda buhurdanlar yakarlar ve bana güvercinler, beyaz keçiler kurban ederlerdi. Kadınlar da bana saçlarını kesip verirlerdi. Delikanlılar ve genç kızlar, etrafımda zarif danslar yaptıktan sonra, ellerindeki hurma dallarını sallayarak derlerdi ki : “Ey tatlı gülüşlü güzellik ilâhesi! Bize güzellik ve cazibe ilham et!” Ve akşam olup ta, bahçemde fışkıran su, mehtap rengine boyandığı zaman, ayaklarımın arasına gizlenen çiftlerin âşıkane mırıltılarını, öpüşmelerini ve iç çekişlerini duyardım.
“Böylece, yüzlerce sene yaşadım. Yunanlılar ve beni görmek için uzaklardan, Asya’dan, Mısırdan ve Trakya’dan gelen yabancılar tarafından kutlulandım. Yunanlıların Makedonyalı Filip tarafından ezildiklerini, İskender’in Asya’yı zapt ettiğini onlardan öğrendim.
“Bir gün, sert yüzlü tüccarlar ve askerler Adaya çıktılar. Eski Truvalıların diliyle konuşuyorlardı. Yunanistan’ın son kahramanları, bu deri ve ter kokan Roma lejionerlerine yenilmişlerdi. Isparta, Tebes, Korent Argos, Atina hep esir düşmüştü.”
“Onların yıllarca sonra gördüğüm torunları çok müstehziydiler. Kaba tabirler kullanarak Allahlarla bile alay ediyorlar, beni “Güzel fahişe” “İlâhî aşifte” diye çağırıyorlardı.
Ben, güzellik mabudesine yapılan bu çirkin muameleye kızarak sordum:
— Ey ilâhe! Sen güzelliğini böyle kirletmelerine nasıl izin verdin?
Gayet sakin bir sesle dedi ki:
“—Hiçbir şey güzelliği kirletemez. Kamil bir adamın dediği gibi: “Birisi kalksa da şeffaf ve tatlı bir kaynak suyuna küfür etse, onun akışını durdurabilir mi ? Yahut ta içine pislik atsa hemen su onu dağıtır, yıkar, temizler” değil mi?
“Bu Romalılar, Hazreti İsa’dan başka Allah’a tapmayan yeni bir cemaatle de alay ediyorlardı. Fakat seneden seneye bu cemaat çoğalıyordu. Hıristiyanlar tarafından Adaya gönderilen rahipler, bana yumruklarını sallayarak ve önümden geçerken üstüme taş atarak: “Şeytan Venüs” diyorlardı. Bu cemaat çoğalınca cüretleri de arttı. Bir ilkbahar sabahı henüz çiçeklenmeğe başlayan bahçe, kuş cıvıltıları ile uyanıyordu. Mabedimin kapısı, ellerinde baltalar ve ipler bulunan ve kaba kaba homurdanan bir kalabalığın şiddetli bir itişi ile açılmıştı. Beni az zamanda durduğum yerden aşağı devirdiler ve düşerken kollarım kırıldı. Sonra beni bahçeye kadar mabedin merdivenlerinden sürükleyerek götürdüler. Denize atmak istiyorlardı. Fakat muvaffak olamadılar ve uzaklaştılar. İçlerinden biri üstüme çıkarak memelerimle karnımı tekmeledi.”
“Akşama doğru, yerli ahaliden beni seven birkaç kişi geldiler, çiçekler arasında yatıyordum, kaldırdılar ve mabedin birkaç adım ötesinde bir mahzene götürdüler, kapımı dallarla örttüler.”
“Yuvamın etrafında yabani otlar ve dikenler bitmişti. Bu dar toprak sahası üstünde yıllarca ve yıllarca yaşadım. Tabiat anamızın koynunda, ışıktan ve insanlardan uzak olarak yatarken, filizlenmenin esrarını öğreniyordum. Bir gün, sakin yüzlü insanlar tarafından zindanımın kapısı açıldı. Bunlar, eski mabedimin harabelerini temizlemeğe ve etrafında yeni bir kilise inşa etmeğe memur Hıristiyanlardı. İçlerinde beni ilk gören adam yüzüme hayretle baktı ve arkadaşlarını çağırdı. Bana küfür etmek ve vurmak şöyle dursun, hemen haç çıkardılar, sonra da serpuşlarını ellerine alarak: “Meryem ana, Meryem ana!” diye bağırdılar. Arkasından hemen önümde diz çökerek dua etmeğe başladılar.
“Adadaki Hıristiyanlar benim Meryem Ana olduğumu zannediyorlar ve bir mucize karşısında kaldıklarına inanıyorlardı.”
Birkaç ay sonra, eski mabedimin sütunlarından iki tane kol yonttular ve demir tellerle omuzlarıma taktılar. Sol elimde bir elma vardı, sağ elimde takdis eder vaziyette, üç parmağını kaldırmıştı. Heyhat! Beni yaratan heykeltıraş Skopasın yaptığı kollar yanında, bunlar pek biçimsiz şeylerdi ve bana hiç yaraşmıyordu.
“Kilise yapılınca beni gül fidanları ile çevrili güzel çimlerin ortasında, büyük kapının önünde bir revakın üstüne koydular. Adanın genç kızları, üstüme, altın ve sedef işlemeli uzun bir rob geçirdiler, kulaklarıma küpeler, ellerime bilezikler ve boynuma gerdanlıklar taktılar.”
“Yeniden şerefli asırlar yaşadım. Yeşil tepemden baktıkça, uzakta, lacivert denizin üstünde, İstanbul’a doğru yelken açan gemiler görüyordum. Bunlar Arzı Mukaddesi zapt etmeye giden Ehlisalipti. Fakat Endülüs Araplarına galip geldikten sonra Asya ortalarından kopup gelen Türklere mağlup olmuşlardı.
“Ada ahalisi beni Türklerden gizlemek için, kilisenin yakınlarında bir gizli yuva yaptılar, oraya taşıdılar. İşte, diyordum, yedi asır evvel olduğu gibi gene bir mahzendeyim…”
“Fakat bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz bir zelzele oldu. Mahzenimin duvarları üstüne yıkıldım. Altımda kilisenin iki heykeli kalmıştı. Kollarım gene kırıldı ve vücudum ortasından ikiye bölündü.”
“Asırlar geçti ve bir gün toprağı kazan bir köylü, beni mermerden kemikler arasında, bu halde sakatlanmış buldu:”
“— Hay Allah belasını versin, gene bu beyaz taşlar!.. diye bağırdı.
“Az daha üstümü örtecekti. Bereket versin, uzaktan genç bir adam koştu, köylünün elinden kazmayı alarak :
“— Dur, Yorgo! dedi, şu taşı göreyim, hoşuma giderse ötekilerle beraber alır, giderim.
“Sonradan öğrendim ki bu delikanlı, Estafette ismindeki Fransız gemisinin küçük zabitlerinden Voutier ( Vutye ) imiş ve Adada eski heykellerin parçalarını arıyormuş. Civarda benim bacaklarımı da bulmuşlar. Birkaç gün sonra gövdemi bacaklarımın üstüne yerleştirdiler. Tastamam gelmişti.
“Beni Yorgonun ve Ada Rumlarının elinden almak biraz güç oldu. İstanbul’daki Fransız sefiri M. Riviere de teşebbüslerde bulunmuştu.
“Birkaç ay sonra Fransız gemisiyle İzmire götürüldüm. 1821 senesi martının ilk günü Fransaya nakledilerek on sekizinci Luiye takdim edildim. O da beni Luvr müzesine koydurdu…”
Heykel sustu. Müzeyi gezen gözlüklü ecnebiler ona yaklaşıyorlardı. Venüs birdenbire doğrulmuş ve eski hareketsiz vaziyetini almıştı. Sanki biraz evvel dile gelen hiç o değildi.
Hamiş: Bu heyecanlı mülâkattan sonra Venüs dö Milo 1821 den beri görmediği Paris şehrini dolaşmak istemiştir. Resimlerimiz onun bu gezintisinden ve birkaç günlük asıl yaşayışından safhalar gösteriyor.