Film afişlerinin süslenen duvarlarda bu iki kahraman yaklaşık 10 yıl boyunca hayli çok çeşit film afişiyle gösterime girip çıkmıştır. Söz konusu afişler, Karaoğlan’ın yaratıcısı Suat Yalaz ve Tarkan’ın yaratıcısı Sezgin Burak’la anlaşmalı olarak çevirdiği filmlerden fazladır. Bunlara yapımcıların yeni tasarım afişleri de eklenince, koleksiyoncuların kafasını karıştıran çeşitler ortaya çıkmakatadır.
Bir çok afiş koleksiyonunda halen bilinmeyen bir versiyon afi ya da bu kahramanlarla ilgisi olmasa bile onlara mal edilmiş bir afişle karşılaşmak mümkün. Örneğin 1967 doğumlu bir çizgiroman olan Tarkan, 1968’de “Tark Han” adıyla gösterime girmiş bile. 1070’de Sezgin Burak da bari doğrusunu biz yapalım diyerek Tarkan’ın sinemaya uyarlanmasına onay vermiş.
Değerli sanatçı Kartal Tibet anısına kendisinin yer aldığı ve almadığı ama büyük ilgi görüp olmasına neden olduğu bu afişlerden bir seçki sunuyoruz. Belirttiğimiz gibi; bu “muallak” afişlere burada gördüğünüz bir bu kadar daha eklenebilir.
]]>Eskiden, yirmi beş, otuz sene evvel, baharın geldiğini marttan anlardık.
Martın ilk gecesi, İstanbul’un Hristiyan mahallelerinde bir gürültü, bir patırtı başlar, sokaklar: -Şangır, şungur!..
Sesleriyle çınlar dururdu.
Evlerde çatlak, kulpu kırık, patlak, ağzı bıdık, büyük küçük ne kadar kâse, çanak, tabak, çömlek, küp, testi, kavanoz, fincan varsa hepsini:
-Mart içeri, pire dışarı!..
Diye pencereden, kapıdan sokağa atarlar, gecenin sükunu içinde:
-Çat, pat!..
Sesleri derin akisler bırakırdı.
-Mart için darbı mesel halini almış manidar sözlerimiz vardı:
-Mart dokuzu, salıver öküzü!..
Kavanoz, küp, tabak, çanak kırma şenliğinden sonra, bahar müjdecisi leyleklerdi İstanbul’da.
Eski takvimlerimizin (âmedeni lâklâk) diye yazdıkları leyleklerin gelişi İstanbul için bir mevsim başlangıcı idi.
Kıştan bahara giriş günüydü bu.
O gün (Silivri kapısı), (Eyüp), (Edirnekapısı), (Eğrikapı) dışarısına çıkılır, kırlarda dolaşılır, gözler havada gelen ve yahut gelecek ilk leyleğin, yolda gelirken gagasına taktığı herhangi bir maddenin rengine, biçimine bakılırdı.
Leyleğin ağzında kırmızı bir şey varsa:
-Doğum yılı!..
Diye tefeül edilir, ağzındaki bir çöpse:
-Ekmeği çok ucuz yiyeceğiz, bu sene bolluk var!
Denirdi.
Bilmem bu sene çanak çömlek kıranlar, kırlarda leyleklerin yolunu bekleyenler oldu mu?
Şimdi nasıldır bilmem? Fakat yirmi beş, otuz sene evvel Kâğıthane âlemlerine, dere eğlencelerine doyum olmazdı.
Ne güzel, ne enfes bir dekor içinde başlardı Haliçte bahar… O zamanlar, Halicin iki tarafı mamur, tepeleri ağaçlarla süslü bir güzergâhtı. Ağaçların dalları Haliç’in bulanık suları üzerinde akisler bırakır, yamaçlar zarif kır çiçekleriyle bezenirdi. Bin bir diyarı dolaşarak gelen avare ve şair rüzgâr, Haliç kıyılarından, Kâğıthane sırtlarından topladığı katırtırnaklarının, fulyalarının, zerrelerin kokularını yine o bin bir diyara götürürdü.
Kâğıthane’ye doğru uzanan iki sahilde zarif köşkler, minimini evcikler vardı. Hele bahçeler, bir güzellik şehriydi; mavi salkımlar, pembe güller, laleler, menekşeler, çeşit çeşit, renk renk çiçekler kalbe ferahlık verir, gözleri daimi bir yeşillik ve güzellik içinde bırakır, şenlendirirdi.
Kâğıthane deresi neşeli, neşeli akar, zurnalar, dümbelekler, davullar, darbuka ve zilli maşalar önde, mavi, kırmızı yeldirmelerinin etekleriyle uçuyormuş gibi yürüyen, kâh eller belde, kâh oynaya oynaya, göbek kıvıra kıvıra ilerleyen bakır renginde, esmere yakın, kapkara, boy boy, biçim biçim, kara gözlü, karakaşlı çingene kadınları çayırlara dökülürlerdi.
Küçük çocuklar Arnavut kağıthelvacının, büyük kazanı önünde iskemlesini atmış, şişman, göğsü açık, güneşten kararmış iri aşuresiyle;
-Çayır peyniriyle, sıcak sıcak!
Diye haykıran peynirli pideci boyalı bıyıklı acemin etrafından ayrılmazlardı.
Türki türlü renkte çarşaf, yeldirme giymiş, ağır başlı, şuh, fettan kadınlar çayırlarda gezer, dere kenarlarında eğlenir, büyük bir neşe içinde yemeklerini yerlerdi.
O zamanın sivri kalıp fesli, perçemli. sustalı bıyıklı, boyunlarında renk renk ipekli mendiller taşan bir sürü erkekler, Bolulu ahçılar, kunduracı çırakları, yaverler, kalem efendileri göz süzerek hafif tertip aşıkdaşlık yaparlardı.
Buranın kendine mahsus esrarlı bir hali, sergüzeştleri, maceraları, aşkları, belli edilemeyen, kıskançlıkları, yarım bir bakışla ifade edilen prestişleri, senelerden beri emelsiz, ümitsiz, gayesiz devam eden plâtonik büyük aşkları vardı.
O zamanlar Haliçte, Kağıthanede yapılan saz âlemleri pek meşhurdu. Halk sazla eğlenir, Halicin mehtaplı gecelerinde hülya gözlü genç kız sazla oynatılır, ihtiyar kapıcı sazla coşardı.
Saz sandallarının arkasına yüzlerce ve yüzlerce sandal, kayık, kik takılır, kıvrak ve seyyal nağmeler, Halicin sularında, gümüş yapraklı söğütlerin gölgelendirdiği dere kenarlarında sonsuz akisler bırakırdı.
Saz, o zamanlar anlaşılmaz bir teselli idi.
Kâğıthane dönüşü büsbütün başka bir âlemdi: Kırmızı kadifeden döşemesiyle kenarları zırhlı piyadeler, kikler, iki çifte, üç çifte sandallar, pazar kayıklar’ Kâğıthane ağzından başlayarak, Karaağaç, Sütlüceye doğru adeta girift olmuş, ne ileri, ne de geri gidilemezdi. Sandaldan sandala, kayıktan kayığa atlayarak, bir yakadan diğer yakaya geçilebilirdi.
Bir mektup alıp verebilmek için, bütün yaz müsait bir fırsat kollayan, hilâli gömlekli, kar gibi beyaz şalvarlı, beyaz tire çoraplı, arkasına şöyle rastgele atılmış mor kadifeden sırma işlemeli, kısa cepkenli hamlacıların kürek çektikleri sandalların arkasından takip eden, ilk fırsatta borda bordaya yanaşıp mektup fırlatan, eflâtun şemsiyenin ufak bir hareketi, dudakların neşeli bir bükülüşü için can veren sayısız gençler vardı.
Bu saz ve söz, hay ve huy arasında, hokkabazlar, sandallar içinde tuhaflıklar, hünerler, zurna muhavereleri yaparlardı. Uzun külâhlı, sarı sakallı (Portakal oğlu) elindeki zurnayı öttürmek istedikçe ustası bin bir lafı bularak mâni olurdu. Nihayet palyaço bir fırsatını bularak zurnayı ağzına götürür, üfler, fakat üfler üflemez yüzü gözü, saçı sakalı bembeyaz un içinde kalırdı.
Haliçte sabah bir türlü güzel, akşam ve gece başka türlü güzeldi. Sabah olunca üstüne çiy düşen çiçekler pırıl pırıl parlar, sayısız kuşlar uykudan yeni uyanan mahmur çocuklar gibi şen, şakrak cıvıldaşırdı.
Akşam olunca her tarafa tatlı bir ahenk çökerdi. Etrafta kurbağaların taze sesleri yükselir, halecanlı bir şiir ve sükün her yeri kaplardı.
Ay yükseldikçe, mavi ve pırıltılı gökyüzünde fırça ile boyanmış gibi belirir, ince dallar mavi atlas üzerine atılmış siyah dantelâlar kadar göz kamaştıran bir şekil alırdı.
Ay, göklerin süsü, parlak böcekler yerlerin kandiliydi!
Acaba Kâğıthane yine öyle mi akıyor, yeşil söğütler sularını öpüyor mu? Çayırda kuzular meliyor, kırlarda çocuklar koşuyor, kuytu ağaç diplerinde sevgililer birbirini görüp titriyor mu?..
Haliç nasıl? Bahariye sahillerinde yeldirmeli, başötülü, saçı kınalı kadınlar, çimenlere, çakıl taşları üzerine serilmiş bir seccadeye bağdaş kurmuş, gelip geçeni seyrediyor, oya örüyor mu?..
Püskülsüz kara fesine bir mor salkım takıp türkü çağıra çağıra göbek atan, (çiftetelli) oynayan genç külhanbeyler sandallarda gözüküyor mu?
Kayıklardan, sandallardan mürekkep bir filo, bütün Halici kaplamış bir halde mi?
Tepeleri katırtırnağı taçlı, saz külahlı çingene çocukları, ellerini koltuklarının altına sokup:
-Hampırrrr!..
Diye bağrışıyorlar mı?..
………………………………………….
………………………………………….
Bahar böyle mi geldi?
Bahar bunlarsız mı geldi?
Münir Süleyman Çapan
Kara ve hava yolları taşımacılığının henüz pek yaygınlaşmamış olduğu yıllarda tren, en güvenli ve dolayısıyla en çok kullanılan taşıt aracı olarak başta gelirdi. Bu nedenle, özellikle Batı ülkelerinden İstanbul’a gelenlerin yolculuğu, Sirkeci Tren İstasyonu’nda biterdi.
Sirkeci’de trenden inen yabancılar, zamanın belli başlı üç oteline taksim olurdu: Tokatlıyan, Park Otel ve Pera Palas.
Tokatlıyan ve Pera Palas’ın geniş camlı, yüksekçe Renault marka kaptı kaçtılar (o zaman bu gibi araçlara henüz minibüs adı verilmiyordu), kendi otellerine inecek müşterileri ve bagajlarını alarak Beyoğlu yönünde hareket ederdi.
Bu kaptıkaçtılardan özellikle Tokatliyan’ınkini, üzerinde bulunan Maison Tokatlıyan yazısıyla o devri yaşayanların hatırlayacakları şüphesizdir.
TRENLE GELEN ELÇİ
1 Mart 1941 Çarşamba günü akşamı, Sofya’dan gelen tren. İngiltere’nin, Bulgaristan’daki Büyükelçisi Mr. Rendall ve maiyetini de İstanbul’a getirmekteydi. On gün evvel Üçlü Pakt’a katılan Bulgaristan’ın, Mihver Devletleri saflarına geçmesi üzerine, İngiltere bu ülke ile siyasi ilişkilerini kesmiş, elçisine de geri dönmesi için talimat vermişti.
Büyükelçi Rendall bu talimat üzerine İstanbul üzerinden Mısır’a, oradan da Londra’ya gidecekti. Kendisinin ve yanındakilerin bagajlarının çokluğu, elçiliğin kapanması nedeniyle kesin dönüş yaptıklarını bilenler tarafından normal telakki ediliyordu. Bu kadar bavul, Pera Palas’ın küçük kaptı kaçtısına sığmamış, gelen kafiledekilerin doluştuğu otomobillerin bagajlarına kadar dağıtılmıştı.
Sonunda, 60 kişilik grup, küçük bir konvoy halinde; Şişhane yokuşunu takiben, normal bir yolculukla Tepebaşı’ndaki Pera Palas Oteli’nin önüne ulaşmıştı.
1898 yılında Yataklı Vagonlar Şirketi tarafından inşa edilen Pera Palas, geniş salonları, 113 odası ve bunları dolduran antika sayılabilecek, mefruşatı ile İstanbul’un en önde gelen otellerindendi. Özellikle Atatürk, 1936’dan 1938 yılına kadar İstanbul’a her geldiğinde Para Palas’a iner, pek hoşlandığı ve alıştığı 101 numaralı odada kalırdı.
1941 yılında otelin giriş kapısı ve resepsiyon bölümü, binanın cephesinin tam ortasındaydı. Servis kapısıysa, gene aynı cephenin Tepebaşı tarafındaki köşesine yakın bir yerde bulunuyordu.
Mr. Rendall ve maiyeti, ana kapıdan girip doğruca odalarına çıkmış: bagajlarıysa, arabalardan indirilerek servis kapısı girişine yığılmıştı. Yeni gelenler, etrafa göz atıp kalacakları odalara inerlerken, otel personeli de bu kalabalık misafir grubunu yerleştirebilme çabasındaydı.
Saat, tam 21.35’di.
Birden, korkunç bir patlama, yarım yüzyıllık kale sağlamlığındaki binayı temellerinden sarstı. O anda, ortalık, ana baba gününe dönmüştü. Otelin kubbeli giriş tavanı çökmüş, camlarının tümü civardaki binalarınkiyle beraber kırılmış, eşyaları birbirine geçmişti.
Daha kötüsü, patlamanın olduğu yere yakın bulunanlar-darı yedi kişinin parçalanmış cesedi yerde yatmaktaydı.
Bunlardan ikisi sivil Türk polisi, ikisi otel personeli, geri kalanlardan ikisi İngiliz kadın sekreterler ve bir de şofördü. Patlamanın şiddetinden, otelin müdürü bulunduğu yerden on metre ileriye fırlamıştı. On kişiyi bulan yaralılar, ilk vasıtalarla hastanelere tanışacaklardı.
On dakika önce, odasına çıkan Mr. Rendall, olaydan yaralanmadan kurtulmuştu.
Olanların heyecanı henüz yatışmadan, Pera Palas’ın arka tarafına tesadüf eden Cumhuriyet Bahçesi önündeki asfalt üzerinde patlamamış halde saatli bir bomba bulunmuş ve derhal gerekli tertibat alınarak patlaması önlenmişti.
BAVULA KONAN BOMBA
Yapılan tahkikatta, patlama nedeninin, Bulgaristan’dan hareketten önce, kafilenin bavullarından birine yerleştirilen saatli bomba olduğu anlaşılmıştı. Bomba, muhtemelen Sirkeci istasyonunda trenden iniş esnasında patlamak üzere ayarlanmışken, mekanik bir nedenle yarım saat kadar gecikme yapmıştı. Sonradan, otelde diğer bir bavul içerisinde de, bir bomba bulunarak, etkisiz hale getirilmişti.
Pera Palas Otelini birbirine katan bomba olayı, ikinci Dünya Savaşı’nın en ilginç siyasi suikastlerinden birisidir.
Bulgar gazeteleri ve Alman radyosu, yayınlarda söz konusu bombanın, elçinin eşyaları arasına Bulgaristan’da karıştırılmış olduğunu kabul etmemiş ve olayın suikastten korkan Mr. Rendall’in daima yanında taşıdığı bombanın patlamasıyla meydana geldiğini iddia etmiştir.
Türk gazeteleriyse, atılan bombanın Mr. Rendall’in şahsına değil, Türkiye’nin güvenliğine karşı tertiplenmiş bir suikast olarak telakki edilmesi gerektiğini yazmışlar, İstanbul otellerini dolduran yabancıların ve diğer unsurların sıkı bir kontrole tabi tutulmalarını istemişlerdir.
12 Mart günü, sıkıyönetim idaresi, olayda yaralananların resimlerini basan Vakit, Akşam, Son Posta, Sabah, Tasvir-i efkar, Tan, Vatan ve Halk Gazetelerini kapatmıştır.
Bu badireden o devrin parasıyla 580 bin lira zararla çıkan Pera Palas, dava açtığı halde, İngiltere’de takip ettirebilme olanağını bulamadığından, hiçbir tazminat alamamıştır.
İSTANBUL’UN GÖBEĞİNDE PATLAYAN CEPHANE FABRİKASI
Özel sektör olarak savaş endüstrisi için memleketimizde silah ve cephane imal eden sayılı firmalardan biri de Nuri Killigil’inkidir. Killigil ismini, 1940’ların son yıllarında orduda bulunanlar gayet iyi hatırlayacaklardır.
“Madeni Eşya Sanayii” kisvesi altında, Haliç’in Sütlüce sahilinde faaliyette bulunan Killigil fabrikası, Türk Ordusuna olduğu kadar yabancılara da iş yapmakta; Mısır, Suriye ve Pakistan’dan silah ve cephane siparişleri almaktaydı. Bunlardan Mısır ve Suriye’nin verdiği siparişler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından iptal ettirilmiş, Pakistan’ınki ise imalata alınmıştır.
Görüldüğü gibi, fabrikayı oluşturan gösterişsiz binalarda yapılan iş, hiç de küçümsenecek çapta değildi. Üstelik fevkalade tehlikeliydi…
SAAT 17,02
2 Mart 1949 günü, saat beşi iki dakika geçe, Halıcıoğlu itfaiye Grubu erleri, Sütlüce yönünden yükselen yoğun bir siyah duman fark ettiler. Açık bir yangın alameti saydıktarı dumanın nedenini araştırmak üzere hareket eden itfaiye, Sütlüce’deki Killigil Fabrikası yakınına geldiğinde, kulakları sağır eden üst üste üç patlamayla olduğu yerde kaldı.
Normal bir yangına su sıkmak için hazırlanan itfaiyeciler, patlamalar ve ortalığı saran barut kokusu yüzünden bir fayda sağlayamıyor, elleri kolları bağlı bekliyorlardı.
İlk patlama kimya hanede olmuştu… Tahkikat raporunda, buna neden olarak, “tav dolabındaki fulminata fazla cereyan verilmesi” gösteriliyordu. Sonradan cephane deposuna sıçrayan ateş, mermilerin patlamasına yol açmış, ertesi gün bile duman ve patlamalar devam etmişti. Barut kokusu, Galata Köprüsü’nden hissedilmekteydi.
Çok ani olarak bastıran yangında, fabrikanın sahibi Nuri Killigil de dâhil olmak üzere, birçok personel hayatını kaybetti.
Fabrika çevresi, kordon altına alındı. İçişleri Bakanı, Ankara’dan gelerek tahkikatla bizzat ilgilendi.
Olayın yankısı büyüktü. Şehir içerisinde bir cephane fabrikasının faaliyetine nasıl izin verilmişti?
SİYASİ BİR SABOTAJ MI?
Nuri Killigil’in, Suriye ve Mısır’dan siparişler almasının, Arap – Yahudi düşmanlığının süregelmekte olduğu o günlerde, bazılarının aklına siyasi bir sabotaj ihtimalini getirmekteydi.
18 Mart’ta olay mecliste konu edilirken, bazı milletvekillerinin “Hadise ört bas edilmeye çalışılıyor…” demeleri, bu ihtimali gözden uzak tutmadıklarını gösteriyordu.
23 Mart’ta başbakan, mecliste açıklamada bulundu. Bu açıklamanın arkasından yapılan kapalı celsede ne konuşulduğunu kimse bilmiyordu. Bilinen şey, müzakerelerin olayla ilgili olduğuydu.
15 Mart 1949’da, Tekirdağ’da bir cephanelikte vuku bulan patlamadan bahseden İngiliz gazeteleri, “Türkiye’de, neler oluyor? Son günlerdeki patlamaların nedeni nedir?” diye, sormaktaydı.
14 Nisan günü, Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı’nda saatli bomba bulunduğu ihbar edildi. Son süratle olay yerine giden polis, boş bir mermi kovanının içerisinde sarılmış bir tel parçasıyla karşılaştı. Bu olay da, soğuk ter döktüren bir şaka olarak gazete sütunlarına geçecekti…
]]>
İkinci Dünya Savaşı patlak vereli iki buçuk yıl henüz dolmuştu. Türkiye savaşa katılmamıştı. Ancak zihinleri kurcalayan: “Acaba Türkiye, savaşa katılır mı?” Ya da “Katılmak zorunda bırakılır mı?” sorusu cevapsız kalıyordu.
Dünyayı sarmış bir savaşın ne denli felaketlere yol açacağını herkes biliyordu.
Hitler, 30 Ocak 1933 günü Almanya Başvekilliği’ne seçilip iktidarı ele geçirdikten sonra, ruh bilimcilerin “Sapık bir ideoloji” diye nitelendirdikleri bir düşüncesini uygulamaya koymuştu. Bu düşünce 12 yıl 3 ayda ve üç safhada uygulanacaktı.
1-Hitlerin iktidara geçişinden savaşın başladığı 933-939 yılları arasında
2- 939-941 yıllarında ve
AMAÇ: YAHUDİLİĞİN KÖKÜNÜ KAZIMA!
Yahudilik’in kökünü kazıma, Nazi planının esas ilkesini meydana getiriyordu.
1941 yılının en belirgin vasfı, Avrupa harbinin bir Cihan Savaşı haline dönüşmesi olmuştu. Bu savaşa hazırlıksız girmek zorunda kalmış Müttefikler, 1942 yılı başlarında büyük yenilgilere uğramışlardı. Bu devrede Nazi Almanya’sında baş göstermiş Yahudi düşmanlığı da ibret verici bir biçime dönüşmüştü. Hz. İsa’nın Yahudi asıllı olmadığını ispatla görevlendirilmiş Nasyonal Sosyalist Hıristiyanlık Enstitüsü de bu espriden esinlenerek kurulmuştu. Önceleri Nazi Almanya’sındaki Yahudi asıllı Almanlara karşı başlayan baskı birçok bilginin yapıtlarını meydanlarda yakmaları bir kavim olduğu savunulan Almanlarla Yahudileri her türlü ilişkiden cinsel yaklaşımlar dahil menetmek, kitleler halindeki göçlere, tutuklamalara, Yahudilerin uzaktan görülebilecek biçimde sırtlarına beyaz bir bez üzerindeki Yahudi yıldızın dikmek zorunluluğuna, temerküz kamplarında Yahudileri yarı aç mecburi iş gördürmeğe kadar vardırılmıştı.
Nazi’lerden kaçan Yahudileri hiç bir memleket kabul etmiyordu. Çok sayıda yolcu taşımak için gerekli değişiklikler yapılmış 200 tonluk “Strouma” yatı aralarında birçok çocuğun bulunduğu 769 kişiyle 1941 yılı Aralık ayı ortalarına doğru İstanbul’a gelmiş, ancak Türk makamları göçmenlerin karaya çıkmalarına izin vermemişti. İngiltere’de bunların Filistin’e girmelerine engel olacağını açıklamıştı. Bu yatı Türk makamları Karadeniz’e gönderdiler. Fakat “Strouma” 24 Şubat 1941 günü bir Alman denizaltısı tarafından batırıldı. Kurtulan sadece bir kişiydi.
TÜRKİYE YAHUDİLERİ DEHŞET İÇİNDE!
Nazi Almanya’sının Yahudileri top yekûn imha kararı bütün Yahudileri dehşete düşürdüğü kadar Türkiye Yahudilerini de korku içine salmıştı. Almanlar, Bulgaristan’ı bile işgal etmişler ve Türkiye’ye yaklaşmışlardı. Türkiye, Almanya ile savaşmak zorunda kalırsa, Türkiye’deki Yahudilerin durumu ne olurdu?
Hitler’in Yahudileri imha planı hakkında kopuk, resmi olmayan fakat inanılır kaynaklardan sızan haberler tüyler ürperticiydi. Nazilerin Almanya’da başlattıkları Yahudi aleyhtarlığını Tüm Avrupa Yahudilerinin imhası maksadına dek götürdükleri öğreniliyordu.
Avrupa’dan Romanya’ya geçen ve oradan da kendilerine sığınacak yurtlar arayan Yahudileri taşıyan vapurlar torpillenip batırıldıkları, içlerindekilerin boğuldukları haberleri uyanan dehşeti daha da genişletiyordu.
Türkiye sınırlarına yaklaşan Nazi tehlikesi, İstanbul Yahudilerinden çoğunu düşündürüyor, bunlardan 345 kadarı, kendi kiraladıkları derme-çatma bir motorla Filistin’e gitmek üzere Marmara’ya açıldıkları sırada motorun fırtına nedeniyle alabora olup içindekilerle birlikte battığı da duyuluyordu.
Avrupa Yahudilerinin top yekûn imhasına kişi olarak kimin karar verdiği şimdiye dek anlaşılmamış olmakla beraber imha planı aralıksız uygulanmaktaydı.
Nazi Partisi Lideri Adolf Hitler, önceleri Yahudilerin Doğu’ya sevkini ve Doğu’da imhalarının sağlanmasını önermiş, ancak imha planının Doğu’da uygulanması uzun süreceği için sakıncalı görülmüştü. Naziler bu devrede seyyar ölüm timleri de kurmuşlardı. Bu timlerin görevleri, ele geçirilen Yahudileri öldürmekti.
AVRUPA YAHUDİLERİNİN SAYISI SAPTANTYOR
Naziler, tüm Avrupa kıtasındaki Yahudilerin sayısını gösteren çizelgeyi 20 Ocak 1942 günü tamamlamışlardı. Çizelgeye göre, Avrupa’nın bir parçası sayılan Türkiye’de yaşayan Yahudilerin sayısı 55.500 kadardı Tüm Avrupa Yahudileri ise 11 milyon kişiden ibaret bulunuyordu. Bu çizelge çoğaltıldı ve 36 bölgede imha planını uygulamakla görevlendirilmiş yetkililere gizli olarak gönderildi. Her yetkilinin tam başarısı, çizelgedeki sayıda gösterilen Yahudi’yi bölgelerinde tutuklayıp imha edip edemediklerine göre ölçülecekti.
Türkiye Yahudileri, ele geçirildikleri takdirde diğerleri gibi önce bir temerküz kampında toplanacaklar, sonra da Nazi Almanya’sında uygulanan sisteme göre “Incineration” denilen yakarak kül etme işine tabi tutulacaklardı.
Bu iş için Nazilerin ilk kez Münih’e 16 Km. mesafedeki Dacnau’da meydana getirdikleri temerküz kampı ve insan fırınlarına benzer tesisler yapılması zorunluydu. Demiryolu ile İstanbul’a gönderilecek ve İstanbul’da tutuklanacak Yahudiler temerküz kamplarında bir deri bir kemik haline gelinceye dek kaderlerine terkedilecek, sonra da önce gaz odasında kitle halinde “Gıftgas/Zyklon”la bir dakikada öldürüldükten sonra cesetleri hazırlanan fırınlarda kül haline getirilecekti!
Türkiye’de yaşayan Yahudilerin çok azı bu çizelgenin hazırlandığını gizli istihbarat örgütü aracılığıyla öğrenmişlerdi. İsrail Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden İstanbul eski başkonsolosu Moshe Benyakov, bu kararı Türkiye’de Yahudilerden bazılarına duyurabilmişti. İstanbul’daki Sinagoglarda yapılan törenlere katılanlara hahamlar bu gerçeği kapalı olarak duyuruyorlardı.
Naziler, İstanbul’da insan yakacak fırınların Haliç’teki Sütlüce’de yapılmasını planlamışlardı. Burası, Sütlüce’nin Beyoğlu kazası Hasköy, nahiyesinin kuzeyindeki İmrahor – Karaağaç yolunun kesiştiği noktanın doğusunda kalan ve meskün olmayan geniş arazi idi.
YA NAZİLER, TÜRKİYE’YE SALDIRSAYDI?
24 Şubat 1942 günü Almanya’nın Türkiye nezdindeki Büyükelçisi von Papen’e karşı suikast düzenlenmesi, Türkiye özellikle İstanbul Yahudilerini düşündürmeye başladı. Üzüntünün odak noktası von Papen’in suikasttan kurtulmuş olması değildi. Hitler, bu işi de Yahudilere yükler, intikam planını daha da hızlı yürütebilirdi.
Bu arada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 17 Mart 1942 günü İzmir halkına bir hitabede bulunuyor, “Harp dışında kalmaya çalışacağız. İşlerimizi düzelteceğiz ve eğer harpten kaçınmak mümkün olmazsa vatan borcunu şerefle ve haysiyetle ödeyeceğiz” diyordu.
Nazi ve savaş tehlikesi tamamıyla geçmiş olsaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkanı her türlü yoruma elverişli sözler söyler miydi? Akıbetleri bakımından İstanbul Yahudilerini düşündüren Nazilerin Türkiye’ye saldırmaları ihtimaliydi. Almanya’nın Türkiye nezdindeki Büyükelçisi vor Papen Yahudilerin imhası konusunda Türkiye ile ilgili bölümünün, Türkiye’nin ancak Nazi Almanya’sı tarafından işgali halinde uygulanabilir nitelikte bulunduğunu, Türk yetkili makamlarından yaptığı sondajlar sonucu edindiği bir kanaate dayanarak Hitler’e bildirdiği gibi, planın doğuracağı ağır sakıncalar nedeniyle bundan vazgeçilmesini de ayrıca önermişti. Nitekim von Papen, suikast olayından sonra gittiği Almanya’dan dönüşünde 24 Mart 1942 günü Sofya’da gazetecilere: “Türkiye harp istememektedir ve tarafsızlığını koruyacaktır” demişti.
Nazi Almanya’sının Yahudileri imha planında 6 milyon Yahudi can vermiş. Bir kasırga dehşetiyle esen bu akımdan sonra sağ kalabilenler, Nazi Almanya’sının başlattığı İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi ile ölüm orağının başları üzerinden çekildiğini görerek rahat nefes alabilmişlerdi. Türkiye’nin de basiretli ve ihtiyatlı tutumu, dünyada barışın sağlanması bakımından övgüye değer bir davranıştı.
Müttefik kuvvetleri 15 Nisan 1945 günü işgal ettikleri topraklarda henüz hayatlarını yitirmemiş Yahudilerin barındıkları barakalarda birer iskelete dönüşmüş varlıklarıyla karşılaştıkları gibi yakılmak üzere insan fırınlar, önünde yığılmış insan cesetlerini de görmüşlerdi.
Bir günde 6000 zavallıyı öldürdüler
Nazi yöneticilerinin, İkinci Dünya Savaşa sırasında kurup yüzbinlerce zavallıyı ölüme yolladıkları toplama kamplarının en büyüğü, Polonya’nın güney kesiminde, Oswiecim şehri yakınlarındaki “Auschwitz” kampıydı. Burada, 14 Haziran 1940’tan 18 Ocak 1945’e kadar Naziler yaklaşık olarak 920.000 kişiyi gaz odalarında zehirleyerek öldürdüler. Sovyetler’in tahminlerine göre bu miktar bu kadarla kalmıyor, 4 milyona varıyordu. Bir keresinde bir günde tam 6.000 kişinin gaz odalarında öldürülüp, sonra da fırınlarda yakılarak ortadan kaldırıldığı bilinmektedir. Bir toplama kampında öldürülenlerin sayısı milyonlarla ifade edilirken, bütün toplama kamplarında öldürülenlerin sayısının, bu rakamların birkaç misline yükseleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Kampın 1940-43 yılları arasında komutantık yapan Nazi subayı Rudolph Franz Ferdinand Höss, Almanya’nın tesliminden sonra tutuklanmış, 1947 yılında, 11 Mart’ta başlayan yargılanması 2 Nisan’da sona ermiş ve 47 yaşındaki Höss, 15 Nisan günü kampın olduğu yerde Oswiecim’de asılarak cezasını görmüştü.
]]>
Osmanlı Devleti’nde o zamanlar “Teşrifat” denilen seremoni kuralları, son derece katı prensipler halindeydi ve bu hal, İmparatorluğun sonuna kadar devam etmişti. Bu kuralların bazıları zamanla değişmiş terk edilmiş, yenileri kabul olunmuş ancak ne olursa olsun o sırada geçerli olanlara aşırı bir titizlikle uyulmuştur. Kısaca, Osmanlı Devletinde ve özellikle sarayında her şey seremoniye tabi idi; hatta bir padişahın ölümü bile…
III. Mehmet (1595-1603) devrine kadar Osmanlı şehzadeleri babaları ölene dek çeşitli eyaletlerde Sancakbeyi olarak hizmet ederler ve böylece devlet idaresinde yetişirlerdi. Bu sırada yanlarında “Lala” diye anılan idari ve askeri işlerde tecrübe sahibi değerli vezirler bulunur ve onların yetişmelerinde önemli rol oynarlardı. Böylece, içlerinden biri tahta geçecek olursa güçlük ve acemilik çekmezdi. III. Mehmet’den sonra ise, bu güzel usul terk edilmiş ve şehzadeler sarayda kapalı olarak yaşamaya başlamışlardı. Biri padişah olunca, Osmanlı Devleti Anayasası olan “Kavânini al-i Osman” gereğince “Nizam-ı alem” yani alemin düzeni için öbür Kardeşlerini hemen öldürtürdü, Öldürülmeyenler ise, sarayın “Şimşirlik” diye anılan pek Kasvetli hapishanesine konur, ölünceye veya saltanat sırası kendisine gelene kadar burada kalırdı. Şimşirlikte hapsedilmiş olarak kalma rekorunu ise 44 yıl ile II. Ahmet kırmıştır.
Bir padişah öldüğü zaman şehzadeler Sancakbeyi bulunuyorsa, devlet ricali tahta çıkacak olan en büyüklerine hemen haber gönderirler ve kendisi devlet merkezine gelip tahta çıkana kadar herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için padişahın ölmüş olduğunu dikkatle gizlerlerdi. Şehzadeler sarayda yaşamaya başladıktan sonra, padişah ölür ölmez saltanat sırası kendisinde olan hemen tahta çıkarılırdı.
ÖLÜM HABERİ, YILDIRIM HIZIYLA YAYILIRDI!
Padişahın son nefesini vermesiyle beraber, Kızlarağası durumu hemen Sadrazama haber verir, o da öbür vezirlerle Kaptanpaşayı, Şeyhülislâmı, Kadıaskerleri, Defterdar ve Nişancı gibi büyük memurları, Nakibüleşrafı, İstanbul kadısını, Yeniçeri ağası ile Sekbanbaşı, Kulbethudarını, yani Yeniçeri Ocağının üç büyük subayını davet eder, bunların hepsi birlikte saraya gelerek çok zaman Kubbealtında ve bazan Sünnet odasında toplanırlardı. Şimşirlik dairesinde mahpus bulunan Veliaht şehzade ise, Kızlarağası ve Silandar ağa vasıtasıyla ve çok zaman güçlükle buradan çıkarılırdı. Çünkü her an öldürülmek tehlikesi içinde uzun yıllar orada kalmış olan şehzade, padişahın vefat etmiş olduğuna bir türlü inanmak istemez, kendisinin taht ve saltanatta gözü olup olmadığının denendiğini sanır ve onun naaşını görmeden buna aklı yatmazdı. Mesela, şiddetiyle tanınmış ve öbür üç kardeşi Bayezit, Süleyman ve Kasım daha evvel Şimşirlik dairesinde mahpusken verdiği emirle birer birer boğdurulmuş olan IV. Murat (1623-1640) öldüğü vakit durum kendisine haber verilen Osmanlı tahtının tek varisi Şehzade İbrahim;
-“Kardeşim sağ olsun, bana taç ve saltanat gerekmez!..” diye direnmiş ve ancak ölen padişahın naaşını görüp yüzünü tekrar tekrar açtırarak baktıktan sonra tahta çıkmaya razı olmuştu. Mehmet (1648-1687) vefat ettiği zaman da kırk yıldır sarayda mahpus bulunan şehzade Süleyman, aynı şekilde direnmiş, hatta kendisini almaya gelen Kızlarağasına;
-“İdamımız emir olduysa söyle, iki rekât namaz kılayım; ondan sonra emri yerine getir…. Çocukluğumdan beri kırk yıldır hapis çekerim. Her gün ölmektense bir gün ölmek yeğdir. Bir can için nedir bu korku?…” diye ağlamış, Kızlarağası yer öperek;
-“Estağfurullah… Hâşâ ki size bir kast ola… Taht kurulmuş, cümle kullarınız sizi bekler” diye teminat vermiş, bu arada kendisi ile birlikte hapiste bulunan kardeşi Şehzade Ahmet;
-“Buyurun, korkmayın… Ağa yalan söylemez” demiş ve Şehzade ancak bundan sonra dışarıya çıkmaya razı olarak tahta oturmuştur.
Böylece, şimşirlik dairesinden çıkan şehzade Topkapı Sarayı’nın “Babussaade” denilen üçüncü kapısının önünde kurulan tahta oturarak resmen padişah olurdu.
Ölmüş olan padişahın bir suikaste kurban gidip gitmediğinin tespiti için, ölüsünün Yeniçeri ocağını temsil edenler tarafından muayene edilmesi kanundu. Bunun için yeni hükümdarın müsaadesiyle Yeniçeri Ağası, Sekbanbaşı ve Kulbethudası, harem dairesinden veya vefat ettiği yerden alınarak bir çadırın altında muhafaza edilen naaşı görürlerdi. Bu, aynı zamanda ordunun eski hükümdara veda töreni sayılırdı. Bundan sonra cenaze yıkanır, kefenlenir ve tabuta konulurdu.
Padişah naaşlarının böyle bir muameleye tabi tutulması, Sultan İbrahim’in (1640-1648) tahttan indirildikten sonra devlet erkanının kararıyla sarayda idam edilmesinden sonra âdet olmuş ve bu usul, Yeniçeri ocağının kaldırılışına kadar, yani 178 yıl devam etmiştir.
ÖNCE, SALA VERILIRDI…
Padişahların ölümü Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih Camileri gibi selâtin, yeni padişahlar tarafından yaptırılmış büyük camilerden sala verilmek suretiyle halka ilan olunduğu gibi, yeni padişah bunu ve kendisinin tahta çıktığını bütün eyaletlere:
Erdel Kırallığı, Kırım Hanlığı, Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Mekke Emirliği gibi imparatorluğa bağlı ve tabi hükümetlere fermanlarla bildirirdi. Aynı zamanda İstanbul’un dört semtine dağılan tellallar durumu halka resmen duyururlardı.
Ölen padişahın cenaze namazını, eğer bir mazereti yoksa Şeyhülislamın kıldırması kanundu. Aksi halde namazı Rumeli Kadıaskeri veya yeni padişahın izin verdiği ileri derecedeki ülemadan biri kıldırırdı. Bu sırada yeni padişah Babüssaadenin hemen iç tarafında ve arz odasının önünde durarak namaza katılır, bundan sonra ölen padişahın nereye gömüleceğini bildirirdi. Cenaze töreninde saray ağalarından yalnız Kızlarağası bulunabilirdi. Tabutu ise “Teberdan” denilen saray baltacıları, elleri üzerinde taşıyarak götürürlerdi.
Bu tabutu, çoğu zaman padişahın “Nizam-i alem” için derhal idam edilmiş olan öbür kardeşlerinin irili, ufaklı tabutları takip ederdi.
Mesela III. Murat’ın tabutunu, bu şekilde idam edilmiş on dokuz şehzadesinin tabutları takip etmiş ve bu, kırılmayan bir rekor olarak kalmıştır.
Bir padişahın ölümüyle birlikte resmi matem ilan edilirdi. Matem en az üç gün, en çok bir hafta sürerdi. Yeni padişahla devlet ricali siyah mintanlar giyip kavuklarına siyah tüller sararlardı. Kanuni Sultan Süleyman vefat ettiği zaman devlet erkanı matem elbisesi giymiş, siyah şallar sarınmış. padişahın özel maiyeti olan Solak ve Peykler süslü sarguçlarını çıkarıp başlarına peştemallar dolamış. Çavuş ve Çeşnigir gibi ileri ağalar siyah tüllere bürünmüş, saray dilsizleri çullar giymişlerdi. IV. Murat’ın ise seferlerde bindiği atlar tersine eğerlenerek tabutunun önünde götürülmüştü.
Matem sona erince, toplar atılıp cülus, yani tahta çıkış şenlikleri başlar ve günlerce sürerdi,
III. Mehmet’in ölümünde seremoni dışı bir durum hasıl olmuştu. Sadrazam Malkoç Ali Paşa o sırada İstanbul’da değildi. Henüz 14 yaşında bulunan I. Ahmet, kendi kendisine tahta çıkmış ve Sadaret Kaymakamı, yani vekili Kasım Pasaya:
-“Sen ki Kasım Paşasın, babam Allah emriyle vefat etti ve ben taht-ı saltanata cülus ettim. Şehri muhkem zapdedesin. Bir fesat olursa senin başını keserim.” şeklinde yazılı bir emir göndermişti. Kasım Paşa bu tezkereyi alınca, III. Mehmet’in hastalığı saray dışında duyulmamış olduğu için evvela şaşırıp tereddüt etmiş, sonra saraya varıp durumu öğrenmiş ve yeni hükümdarın elini öpüp biatte bulunmuştu.
Bütün bu seremoni Tanzimat devrinden yani 1839 yılından sonra kaldırılmış, buna karşılık her hususta olduğu gibi Avrupa usulü seremoni kabul edilmiş ve ilk defa da Abdülmecit’in (1839-1861) vefatı dolayısıyla uygulanmıştır.
]]>Tam bakanlıklarda -öğünüyorum sanmayınız- muhteşem bir Mercedes altında kalıyordum. Duyan da: “Yıllar yılı İstanbul’un karmakarışık trafiğinden canını kurtar, sen ta Ankaralara koş, orada ezil… Vay dalkavuk” diyecek… Ama doğrusunu ararsanız, insan ezilince de böyle önde al bayrak, arkada sıfır sıfır resmi plaka, ihtişamlı bir Mercedes altında şanlı – şöhretli ezilmeli ki bir şeye benzesin… Yoksa Taşlıtarla halk otobüslerinin altında kalmak da var haritada. Nitekim kara bakan arabası, şöyle bir baktı, bizi ezmeye tenezzül etmedi… “Sen Mercedes altında kalacak adam mısın lan?” gibilerden hızla gitti… Tehlike geçti sanırken arkadan bir kara araba, bir kara araba daha… Sağdan mı gidiyoruz, yoksa fazla sola mı kaçtık?.. Bugünkü Ankara’ya ayak uydurmak zor iş… İstanbul hacı ağalığı içinde Bakanlıklar’da postu yere sermekten güç kurtuldum…
Kabine toplantısı var her hal!.. Yeni vekiller heyeti salonunda…
Hey gidi hey… Bakanların atla gittikleri eski Heyeti Vekile “Kabine” toplantıları nerede?.. Daha dün gibi… Maliye Vekili meşhur Hasan Saka’nın (Pazar ola) at sırtında dolu dizgin, yıldırım gibi, Çankaya’ya doğru uçarcasına sokaklardan geçtiği günler! . Arkasından bakarlarmış da: “Gazi Paşa çağırdı galiba… Dört nala kaldırmış hayvanı…” derlermiş.
Evet, o devrin en lüks oteli Taşhan’ın, üstü han odaları, altı baştanbaşa ahır… Yukarıda politikacılar münakaşa ederlerken, aşağıda atlar kişnemekte… Bugünkü otomobil parkları gibi kullanılırdı Taşhan ahırlarının önleri… Vekiller hayvanlarını oraya bağlarlardı… Sözünü ettiğimiz Maliye Vekili Hasan Bey de öyle… Falih Rıfkı Atay daha sonraları şöyle anlatacaktı bu sahneyi:
“Bugün saraylara sığmayan bakanlıklar o zaman üç oda ile yetinirdi. Hasan Saka da (Maliye Bakanı) işi bitince dairesinden çıkar, atını çözer, bir müddet iskemle sefası ettikten sonra evine dönerdi… Acele işi olup da, geç vakit Maliyeye koşanlar Vekil Beyefendiyi atının dizginleri elinde, dairesinin önünde yakalarlardı. Ve o günlerde tüm Ankara farelerinin en büyük korkusu, ayaklarının kayıp Hasan Beyin kasasına düşmekti. Böyle bir kaza vukuunda mutlaka başları yarılırdı. Onun için Ha-san Bey atına binip kabine toplantılarına giderken ayranı yok içmeye, atla gider kabineye, der o tatlı Karadeniz esprisi içinde kendi kendisi ile bile alay ederdi. (Dikkat: Atla gider kabineye derken, buradaki kabine sözü kesin olarak “vekiller heyeti” anlamına gelirdi. Başka manaya değil) Vekil atı böylesine lüks sayılırdı o günlerde…
Vala Nureddin (VA-NU) da aynı dekoru, Taşhan’ın önünü şöyle anlatmıştı: “Ankara’nın meşhur Taşhan’ına indik. Atlarımızı bir seyise teslim ederek bol arpa yedirmesini söyledik.
Nasıl? Ankara’nın göbeğinde bir Bonanza dekoru…
Vekiller Heyeti’nin tıkır tıkır atla dolaştığı Texas Ankara’sının üç Ringo’su,”3 Hızlı Süvarisi” vardı. Gene bu Hasan Saka, Saraçoğlu Şükrü, Ağaoğlu Ahmet… Samet Ağaoğlu’nun babası Ahmet Bey yaman süvari idi. Dört nalda toz kaldırmazdı. Kendi yerine Matbuat Umum Müdürü (Basın – Yayın Genel Müdürü) tayin edilen Zekeriya Sertel aynen şöyle anlatır: “Matbuat Umum Müdürlüğü şehrin göbeğinde tek katlı küçük bir bina idi. Umum Müdür Ahmet Beyi ziyaret ettiğim zaman, binanın dış merdivenlerinde beygirini bağlı buldum!..” Demek sayın direktör içerideler.. Evet, eski Ankara’nın caddelerinde -gene Texas’ta olduğu gibi- resmi dairelerin önlerinde at bağlanacak yerler vardı. Hatta Ulus Meydanı’nda dahi. Vekil beyin sayın atlarını bağladıkları yeri boş bulsanız dahi, oraya hayvanınızı bağlamamanız gerek… Katiyen ve nezaketen!… No parking efendim… Daireler kovboy filmlerindeki Şerif ofisini andırırdı.
O devrin en renkli siması Matbuat Müdürü Ahmet Beyin atı öylesine huysuzmuş ki bir gün bu hayvana iyi arkadaşı, çok namlı bir milli şairimiz binmiş… Sen misin binen?.. Hayvan fırlatıp atmış… Büyük şair yere düşerek o hamasi şiirler kaynağı, saçsız ihtişamlı başını yarmış fakir… Daha sonra Atatürk’ün ısrarı ile Fethi Bey ve Ağa Oğlu’nun kurduğu Serbest Fırka’ya giren milli şairimiz bana şunları söylemişti:
– Efendim, Ahmet Beyin atına bindim, yuvarlandım. Partisine girdim, gene tepe aşağı düştüm…
Gazetede çıkan bu beyanat Atatürk’ü dakikalarca tatlı tatlı güldürmüştü. Karikatürist Cemal Nadir’e de “Küp üstüne küp koydular. En alttakini çekince!” mevzulu ve şairimizin bindiği küpten yuvarlanışını gösteren meşhur karikatürünü ilham etmişti.
İşte böyle efendim… Çankaya yolunda 15-20 atlı görünce “Kabine toplantısı mı?..” diye sorulduğu günlerde bazı yabancı büyük elçiler, sefirler de aynı vasıtayı kullanırlardı. Mesela Azerbaycan elçisi, bir yaz gecesi geç vakit atına atlayınca şakır şakır Çankaya köşküne gelmiş, henüz bahçesinde oturan Mustafa Kemal’in sofrasına katılmış, buzlu rakısını yudumlamıştı. Bu anlattığım sahneler benden değil, o günleri yaşamışların kaleminden…
Vekil beyi hem de kiralık, bir eşekle izleyen İstanbullu bir muhallebi mahdumu, bir özel kalem müdürü kendisine bir at aldırmak isteyince kıyametler kopmuş Ankara’da… Küplere binmişler: “Sen çıldırdın mı?.. Biz vekillere at tahsisatı bulamıyoruz. Eşek senin neyine yetmez?.. Kiradan kurtulmak istiyorsan bir makam eşeği alsınlar sana… Mutlaka da resmi olsun dersen kara eşşek al efendim! .”
Ve öyle de yapmışlar… Kara Mercedes yerine kara eşşek… Yalnız arka tarafında plakası eksik tabii.. Zaten o zamanki Ankara halkı da işinin gücünün başına bugünkü gibi otomobille değil, eşşekle gidip gelmekte… İstanbul’dan Ankara’ya yeni gelmiş aileler, ilk gecenin sabahında sokaktan acı acı yükselen:
– Eşşşşşek… Eşşşşşek… Eşşşşeeeeek… Va mı bi boz eşşek gören?.. feryatları içinde kalp çırpıntıları ile uyanırlarmış!.. Eskiler onların bu heyecanına güler ve anlarlarmış ki hırsızlar gene birisinin eşşeğini yürütmüşler!… Dışarıdaki feryat da kayıp veya çalınmış bir eşşek ilanı.. Bugünkü otomobil hırsızlarının öncü kahramanları, eşşek hırsızları..
Bir de Türkiye’yi az gelişmiş ülkelerden sayarlar işte kara eşşekten kara Mercedes’e… Daha ne yapalım yani?
]]>Abdülmecit’in tahta çıkışıyla Türk müziği, saraydaki rağbetini kaybetti. Haremdeki saz ve raks heyetlerinin yerini, seçme güzel genç kızlardan kurulu bir “Kızlar Bandosu” aldı. Bu bando “Selam Havası, “Marş-ı Hümayun” gibi batı tarzında tören müziği çalarlardı.
Osmanlı sarayında sayıları zaman zaman 300’ü bulan çeşitli ırk ve milletlere mensup cariyeler yaşardı. Harem dairesini dolduran bu cariyeler, aynı zamanda kendi ırklarının en dilberleri arasından seçilmiş olanlardı. Fetihler devrinde saraya savaş ve akınlar sonunda ele geçen veya devlet ricali tarafından takdim olunan genç kızlar alınırdı. Fetihler devri sona erince, bunun yerini esircilerden satın alınan cariyeler almıştır. Saraya alınacak cariyeler, evvela Harem dairesinin tecrübeli ustaları tarafından çırılçıplak soyundurulup dikkatle muayene edilir, bir hastalıkları veya vücutça özür ve kusurları bulunmamasına, güzelliklerinin eksiksiz olmasına dikkat ve itina edilirdi.
Saraya kabul edilen bu genç kızlar “acemi” diye anılırlardı. Bunlar ilk önce sıkı bir Türk-İslam kültürü ve saray terbiyesiyle yetiştirilirlerdi. Buna kabiliyeti olmadığı anlaşılanlar, daha bu devirde saraydan uzaklaştırılıp esir pazarına gönderilerek satılırlardı. Hırçın ve dik başlı olanlar makbul sayılmaz, yumuşak huylu, itaatli ve nazlı, nazik olanlar itibar görürdü.
Acemilikten sonra “cariye” unvanı gelirdi. Cariyeler sırasıyla “şagird”, “usta” ve “gedikli cariye” olurlardı.
Şagird derecesine gelmiş olanlara istidatlarına göre musiki, rakıs, pandomima, biçki-dikiş, nakış vb. öğretilirdi. Musiki öğretilenler ya bir saz çalar veya sesleri uygunsa hanende olarak yetiştirilirlerdi. Bunların gereği gibi yetişebilmeleri için dışarıdan -saray deyimiyle şehirden- musiki ve rakıs vb. ustaları getirilmesi de caiz görülürdü. Bu “sazende” ve “hanende”lerden “Harem Saz Takımı” kurulurdu.
TÜRK EVİNDE SAZ TAKIMI VE RAKSEDEN KADINLAR
Bir Türk soylusunun evinde, salon. Bir kenarda, dört halayıkın çaldığı müzikle iki genç kadın raks ediyor. Halayıkların çaldığı müzik aletlerinin ikisi rehab, biri santur, biri de teftir. Kuefstein Kontu tarafından 1628’de yapılan bu tabloda, ev eşyası olarak yalnız sedir göze çarpıyor. Yerlerde halılar ve yastıklar var. Resmin altındaki yanda ise şöyle deniyor: “Soylu Türk kadınları sık sık dışarıya çıkmak fırsatı bulamadıkları için kendi aralarında misafirliklere giderek, çalıp oynamakla vakit geçiriyorlar.”
SIRP PRENSESI’NIN KURDUĞU SAZ TAKIMI
Bilindiğine göre Harem’de ilk önce bir saz ve raks takımı, Yıldırım Bayezid Han zamanında ve eşi Sırp Prensesi Olivera tarafından bu padişahı eğlendirmek için kurulmuştu. Osmanlı sarayı daha evvel böyle eğlenceler bilmezdi. Yıldırım Bayezid’i içkiye alıştıran da Prenses Olivera olup sarayda zevk ve safa âlemleri bu suretle başlamış oldu. İstanbul’un fethinden sonra da Bizans saraylarına ait bu gibi zevk ve eğlenceler Osmanlı sarayına sızarak zamanla yerleşmiş ve bu hal III.Ahmet devrinde en yüksek düzeye ulaşmıştır.
Musikiye çok meraklı olup kendisi de seçkin bir bestekâr olan III.Selim, genç ve güzel kızlardan kurulu Harem Musiki ve Raks heyetlerini yeniden organize edip belli bir nizama bağladı. Sazende ve hanendeleri yetiştirmeye ise devrin meşhur musiki üstadı bestekâr Sadullah Ağa’yı memur etti. Küme fasılları düzenlenmediği geceler, Harem dairesindeki Hünkâr Sofrasında Harem Musiki Heyeti’nin geçtiği fasılları dinler, hatta bazen bunlara tamburu ile eşlik eder ve fidan boylu güzellerin emsalsiz rakslarını seyrederdi.
Harem Musiki ve Raks Heyetleri, yine iyi bir musikişinas ve hanende olan II.Mahmut zamanında da devam etmiştir Onun devri, aynı zamanda en büyük Türk musiki üstatlarının yetiştiği bir devirdir. Ancak, batılı bir prens gibi yetiştirilen ve batı musikisine meraklı olan oğlu Abdülmecid’in tahta çıkışından sonra Türk musikisi sarayda rağbetini yavaş yavaş kaybetmiş ve Harem’deki saz ve raks heyetleri de ortadan kalkmış, buna karşılık genç kızlardan kurulu bir bando takımı meydana gelmiştir. Bu kızlar bandosunu hazırlayan ise, bu işe padişahın emriyle memur edilen Muzika-i Hümâyun Kumandanı Becib Paşa’dır.
Bu bandoda görev alan sarışın, kumral, esmer genç cariyeler, vücutlarının bütün güzelliğini ortaya koyan güvez renkli kadifeden dar elbiseler giyerlerdi. Bu elbiseler, üst kısmı kol ve yakaları altın sırmalarla işlenmiş kısa bir ceketle iki tarafları yine altın sırma ile işlemeli dar bir pantolondan meydana geliyordu. Göğüsleri sırmalı kordonlarla süslenmiş, saçları ise kulaklarının hizasına kadar kesilmişti. Başlarında yine güvez renkli kadifeden ve üzerlerine altın yaldızlı gümüş ferahiler takılmış kalıplı fesler bulunuyordu.
En seçkin genç ve güzel kızlardan kurulmuş olan bu bando, saraydaki bütün törenlere katılırdı. Bando şefi de bir genç kızdı. Önde klarnetçilerle flütçüler ve küçük borucular, ikinci ve üçüncü sıralarda büyük borucular, sonra trampet, zil ve davul çalanlar olmak üzere Dolmabahçe Sarayı’nın büyük muayede, yani bayramlaşma salonuna sırayla girerlerdi.
Bando takımı yerini aldıktan sonra verilecek işareti beklerdi. Padişahın gelmekte olduğunu haber veren Büyük Teşrifatçı Kalfa salona girer girmez bando şefi olan genç kız, elindeki sarı maden topuzlu asayı üç parmağının arasına alarak başının üstünde döndürmeye başlardı. İkinci Teşrifatçı Kalfa görününce, asayı havayı fırlatır ve ustalıkla sapından yakalardı. O sırada bando “Selam Havası”nı çalmaya başlar ve padişah tam salona girerken “Marş-ı Hümayun”a geçerdi. Bu, padişahların şahıslarına mahsus olarak bestelenen marştı ve ilk olarak Abdülmecit zamanında bu padişah için bestelenmişti. Bunun için “Mecidiye Marşı” diye anılırdı. Nitekim daha sonra Aziziye, Hamidiye vb. marşları da bestelenmiş ve saltanatı hepsinden uzun olduğu için en uzun süre Abdülhamit’in Hamidiye Marşı çalınmıştır. Aklımda kaldığına göre ve yanılmıyorsam bunun ilk dizesi “Ey veliyy-i ni’met-i âlemiyan şah-ı cihan” şeklindeydi.
Biz yine konumuza dönelim.
Bu bando çalınırken etrafında küçük ve değişik notalı gümüş çıngıraklar sarkan “Japon Şemsiyesi” de tempo ile döndürülerek bandonun ahengine su şırıltısını andıran hoş bir ses çağlayanı katılırdı.
PERTEVNİYAL VALIDE SULTAN, “BANDO”YU “ORKESTRA”YA DÖNÜŞTÜRÜYOR
Abdülaziz devrinde ise, bu padişah Türk musikisine düşkün ve kendisi de usta bir neyzen olduğu halde, bu bando dağıtılmamışsa da, annesi Pertevniyal Valide Sultan bunun kendisine kaba gelen ahenginden hoşlanmadığı için, Harem Bandosu bir orkestraya dönüştürülmüştür. Ancak bu da rağbetsizlik yüzünden birkaç yıl içinde dağılıp gitmiştir. Buna en çok üzülenlerden biri ise, Batı Müziği ile yetişmiş olan ve çok güzel piyano çalıp besteler de yapan Veliaht Murat Efendi (V.Murat) idi ve padişah olur olmaz da Harem orkestrasını canlandıracağını söylerdi. Ne var ki, amcası Abdülaziz’in tahttan indirilişi üzerine başlayan padişahlığı ancak 93 gün ve pek buhranlı bir şekilde sürebildiği için bu isteğini realize edememiştir. Onun yerine geçen II. Abdülhamit de Batı Müziği ile yetişmiş olduğu halde Türk musikisini de sever ve dinlerdi. Bunun için ağabeysi V.Murat’ın yapamadığını yaparak Harem’de bir orkestra kurduğu gibi, Türk musikisi için de mükemmel bir “İncesaz” takımı meydana getirmiş ve bunlar saltanat rejimi sona erene kadar devam etmiştir.
(1944)
]]>