Eskiden, yirmi beş, otuz sene evvel, baharın geldiğini marttan anlardık.
Martın ilk gecesi, İstanbul’un Hristiyan mahallelerinde bir gürültü, bir patırtı başlar, sokaklar: -Şangır, şungur!..
Sesleriyle çınlar dururdu.
Evlerde çatlak, kulpu kırık, patlak, ağzı bıdık, büyük küçük ne kadar kâse, çanak, tabak, çömlek, küp, testi, kavanoz, fincan varsa hepsini:
-Mart içeri, pire dışarı!..
Diye pencereden, kapıdan sokağa atarlar, gecenin sükunu içinde:
-Çat, pat!..
Sesleri derin akisler bırakırdı.
-Mart için darbı mesel halini almış manidar sözlerimiz vardı:
-Mart dokuzu, salıver öküzü!..
Kavanoz, küp, tabak, çanak kırma şenliğinden sonra, bahar müjdecisi leyleklerdi İstanbul’da.
Eski takvimlerimizin (âmedeni lâklâk) diye yazdıkları leyleklerin gelişi İstanbul için bir mevsim başlangıcı idi.
Kıştan bahara giriş günüydü bu.
O gün (Silivri kapısı), (Eyüp), (Edirnekapısı), (Eğrikapı) dışarısına çıkılır, kırlarda dolaşılır, gözler havada gelen ve yahut gelecek ilk leyleğin, yolda gelirken gagasına taktığı herhangi bir maddenin rengine, biçimine bakılırdı.
Leyleğin ağzında kırmızı bir şey varsa:
-Doğum yılı!..
Diye tefeül edilir, ağzındaki bir çöpse:
-Ekmeği çok ucuz yiyeceğiz, bu sene bolluk var!
Denirdi.
Bilmem bu sene çanak çömlek kıranlar, kırlarda leyleklerin yolunu bekleyenler oldu mu?
Şimdi nasıldır bilmem? Fakat yirmi beş, otuz sene evvel Kâğıthane âlemlerine, dere eğlencelerine doyum olmazdı.
Ne güzel, ne enfes bir dekor içinde başlardı Haliçte bahar… O zamanlar, Halicin iki tarafı mamur, tepeleri ağaçlarla süslü bir güzergâhtı. Ağaçların dalları Haliç’in bulanık suları üzerinde akisler bırakır, yamaçlar zarif kır çiçekleriyle bezenirdi. Bin bir diyarı dolaşarak gelen avare ve şair rüzgâr, Haliç kıyılarından, Kâğıthane sırtlarından topladığı katırtırnaklarının, fulyalarının, zerrelerin kokularını yine o bin bir diyara götürürdü.
Kâğıthane’ye doğru uzanan iki sahilde zarif köşkler, minimini evcikler vardı. Hele bahçeler, bir güzellik şehriydi; mavi salkımlar, pembe güller, laleler, menekşeler, çeşit çeşit, renk renk çiçekler kalbe ferahlık verir, gözleri daimi bir yeşillik ve güzellik içinde bırakır, şenlendirirdi.
Kâğıthane deresi neşeli, neşeli akar, zurnalar, dümbelekler, davullar, darbuka ve zilli maşalar önde, mavi, kırmızı yeldirmelerinin etekleriyle uçuyormuş gibi yürüyen, kâh eller belde, kâh oynaya oynaya, göbek kıvıra kıvıra ilerleyen bakır renginde, esmere yakın, kapkara, boy boy, biçim biçim, kara gözlü, karakaşlı çingene kadınları çayırlara dökülürlerdi.
Küçük çocuklar Arnavut kağıthelvacının, büyük kazanı önünde iskemlesini atmış, şişman, göğsü açık, güneşten kararmış iri aşuresiyle;
-Çayır peyniriyle, sıcak sıcak!
Diye haykıran peynirli pideci boyalı bıyıklı acemin etrafından ayrılmazlardı.
Türki türlü renkte çarşaf, yeldirme giymiş, ağır başlı, şuh, fettan kadınlar çayırlarda gezer, dere kenarlarında eğlenir, büyük bir neşe içinde yemeklerini yerlerdi.
O zamanın sivri kalıp fesli, perçemli. sustalı bıyıklı, boyunlarında renk renk ipekli mendiller taşan bir sürü erkekler, Bolulu ahçılar, kunduracı çırakları, yaverler, kalem efendileri göz süzerek hafif tertip aşıkdaşlık yaparlardı.
Buranın kendine mahsus esrarlı bir hali, sergüzeştleri, maceraları, aşkları, belli edilemeyen, kıskançlıkları, yarım bir bakışla ifade edilen prestişleri, senelerden beri emelsiz, ümitsiz, gayesiz devam eden plâtonik büyük aşkları vardı.
O zamanlar Haliçte, Kağıthanede yapılan saz âlemleri pek meşhurdu. Halk sazla eğlenir, Halicin mehtaplı gecelerinde hülya gözlü genç kız sazla oynatılır, ihtiyar kapıcı sazla coşardı.
Saz sandallarının arkasına yüzlerce ve yüzlerce sandal, kayık, kik takılır, kıvrak ve seyyal nağmeler, Halicin sularında, gümüş yapraklı söğütlerin gölgelendirdiği dere kenarlarında sonsuz akisler bırakırdı.
Saz, o zamanlar anlaşılmaz bir teselli idi.
Kâğıthane dönüşü büsbütün başka bir âlemdi: Kırmızı kadifeden döşemesiyle kenarları zırhlı piyadeler, kikler, iki çifte, üç çifte sandallar, pazar kayıklar’ Kâğıthane ağzından başlayarak, Karaağaç, Sütlüceye doğru adeta girift olmuş, ne ileri, ne de geri gidilemezdi. Sandaldan sandala, kayıktan kayığa atlayarak, bir yakadan diğer yakaya geçilebilirdi.
Bir mektup alıp verebilmek için, bütün yaz müsait bir fırsat kollayan, hilâli gömlekli, kar gibi beyaz şalvarlı, beyaz tire çoraplı, arkasına şöyle rastgele atılmış mor kadifeden sırma işlemeli, kısa cepkenli hamlacıların kürek çektikleri sandalların arkasından takip eden, ilk fırsatta borda bordaya yanaşıp mektup fırlatan, eflâtun şemsiyenin ufak bir hareketi, dudakların neşeli bir bükülüşü için can veren sayısız gençler vardı.
Bu saz ve söz, hay ve huy arasında, hokkabazlar, sandallar içinde tuhaflıklar, hünerler, zurna muhavereleri yaparlardı. Uzun külâhlı, sarı sakallı (Portakal oğlu) elindeki zurnayı öttürmek istedikçe ustası bin bir lafı bularak mâni olurdu. Nihayet palyaço bir fırsatını bularak zurnayı ağzına götürür, üfler, fakat üfler üflemez yüzü gözü, saçı sakalı bembeyaz un içinde kalırdı.
Haliçte sabah bir türlü güzel, akşam ve gece başka türlü güzeldi. Sabah olunca üstüne çiy düşen çiçekler pırıl pırıl parlar, sayısız kuşlar uykudan yeni uyanan mahmur çocuklar gibi şen, şakrak cıvıldaşırdı.
Akşam olunca her tarafa tatlı bir ahenk çökerdi. Etrafta kurbağaların taze sesleri yükselir, halecanlı bir şiir ve sükün her yeri kaplardı.
Ay yükseldikçe, mavi ve pırıltılı gökyüzünde fırça ile boyanmış gibi belirir, ince dallar mavi atlas üzerine atılmış siyah dantelâlar kadar göz kamaştıran bir şekil alırdı.
Ay, göklerin süsü, parlak böcekler yerlerin kandiliydi!
Acaba Kâğıthane yine öyle mi akıyor, yeşil söğütler sularını öpüyor mu? Çayırda kuzular meliyor, kırlarda çocuklar koşuyor, kuytu ağaç diplerinde sevgililer birbirini görüp titriyor mu?..
Haliç nasıl? Bahariye sahillerinde yeldirmeli, başötülü, saçı kınalı kadınlar, çimenlere, çakıl taşları üzerine serilmiş bir seccadeye bağdaş kurmuş, gelip geçeni seyrediyor, oya örüyor mu?..
Püskülsüz kara fesine bir mor salkım takıp türkü çağıra çağıra göbek atan, (çiftetelli) oynayan genç külhanbeyler sandallarda gözüküyor mu?
Kayıklardan, sandallardan mürekkep bir filo, bütün Halici kaplamış bir halde mi?
Tepeleri katırtırnağı taçlı, saz külahlı çingene çocukları, ellerini koltuklarının altına sokup:
-Hampırrrr!..
Diye bağrışıyorlar mı?..
………………………………………….
………………………………………….
Bahar böyle mi geldi?
Bahar bunlarsız mı geldi?
Münir Süleyman Çapan
Bu sayfalara dönelim; Birden bire ortaya çıkan o özgürlük ve kendini ifade rüzgarı bir anda dikkatleri çekmişti. Tansu Çiller hükümeti döneminde, bu sayfaların basımından yaklaşık bir yıl sonra ulaştırma bakanlığı tüm özel radyolar için kapatma kararı almıştı. Tabi burada gördüğünüz arkadaşlar ve çok daha fazlası ateşi çoktan yakmıştı artık. Söndürmek mümkün değildi. Binlerce araç siyah kurdelelerle trafikteydi. Sadece iki ay sonra dinleyici radyolarına ve dj’lerine kavuşmuştu. Peki “Radyolar nasıl yasaklanır?” ya da “Araçlarda ne anteni?” diye soranlar varsa o da başka bir hikaye olsun.
(02.03.2020)
]]>Tam bakanlıklarda -öğünüyorum sanmayınız- muhteşem bir Mercedes altında kalıyordum. Duyan da: “Yıllar yılı İstanbul’un karmakarışık trafiğinden canını kurtar, sen ta Ankaralara koş, orada ezil… Vay dalkavuk” diyecek… Ama doğrusunu ararsanız, insan ezilince de böyle önde al bayrak, arkada sıfır sıfır resmi plaka, ihtişamlı bir Mercedes altında şanlı – şöhretli ezilmeli ki bir şeye benzesin… Yoksa Taşlıtarla halk otobüslerinin altında kalmak da var haritada. Nitekim kara bakan arabası, şöyle bir baktı, bizi ezmeye tenezzül etmedi… “Sen Mercedes altında kalacak adam mısın lan?” gibilerden hızla gitti… Tehlike geçti sanırken arkadan bir kara araba, bir kara araba daha… Sağdan mı gidiyoruz, yoksa fazla sola mı kaçtık?.. Bugünkü Ankara’ya ayak uydurmak zor iş… İstanbul hacı ağalığı içinde Bakanlıklar’da postu yere sermekten güç kurtuldum…
Kabine toplantısı var her hal!.. Yeni vekiller heyeti salonunda…
Hey gidi hey… Bakanların atla gittikleri eski Heyeti Vekile “Kabine” toplantıları nerede?.. Daha dün gibi… Maliye Vekili meşhur Hasan Saka’nın (Pazar ola) at sırtında dolu dizgin, yıldırım gibi, Çankaya’ya doğru uçarcasına sokaklardan geçtiği günler! . Arkasından bakarlarmış da: “Gazi Paşa çağırdı galiba… Dört nala kaldırmış hayvanı…” derlermiş.
Evet, o devrin en lüks oteli Taşhan’ın, üstü han odaları, altı baştanbaşa ahır… Yukarıda politikacılar münakaşa ederlerken, aşağıda atlar kişnemekte… Bugünkü otomobil parkları gibi kullanılırdı Taşhan ahırlarının önleri… Vekiller hayvanlarını oraya bağlarlardı… Sözünü ettiğimiz Maliye Vekili Hasan Bey de öyle… Falih Rıfkı Atay daha sonraları şöyle anlatacaktı bu sahneyi:
“Bugün saraylara sığmayan bakanlıklar o zaman üç oda ile yetinirdi. Hasan Saka da (Maliye Bakanı) işi bitince dairesinden çıkar, atını çözer, bir müddet iskemle sefası ettikten sonra evine dönerdi… Acele işi olup da, geç vakit Maliyeye koşanlar Vekil Beyefendiyi atının dizginleri elinde, dairesinin önünde yakalarlardı. Ve o günlerde tüm Ankara farelerinin en büyük korkusu, ayaklarının kayıp Hasan Beyin kasasına düşmekti. Böyle bir kaza vukuunda mutlaka başları yarılırdı. Onun için Ha-san Bey atına binip kabine toplantılarına giderken ayranı yok içmeye, atla gider kabineye, der o tatlı Karadeniz esprisi içinde kendi kendisi ile bile alay ederdi. (Dikkat: Atla gider kabineye derken, buradaki kabine sözü kesin olarak “vekiller heyeti” anlamına gelirdi. Başka manaya değil) Vekil atı böylesine lüks sayılırdı o günlerde…
Vala Nureddin (VA-NU) da aynı dekoru, Taşhan’ın önünü şöyle anlatmıştı: “Ankara’nın meşhur Taşhan’ına indik. Atlarımızı bir seyise teslim ederek bol arpa yedirmesini söyledik.
Nasıl? Ankara’nın göbeğinde bir Bonanza dekoru…
Vekiller Heyeti’nin tıkır tıkır atla dolaştığı Texas Ankara’sının üç Ringo’su,”3 Hızlı Süvarisi” vardı. Gene bu Hasan Saka, Saraçoğlu Şükrü, Ağaoğlu Ahmet… Samet Ağaoğlu’nun babası Ahmet Bey yaman süvari idi. Dört nalda toz kaldırmazdı. Kendi yerine Matbuat Umum Müdürü (Basın – Yayın Genel Müdürü) tayin edilen Zekeriya Sertel aynen şöyle anlatır: “Matbuat Umum Müdürlüğü şehrin göbeğinde tek katlı küçük bir bina idi. Umum Müdür Ahmet Beyi ziyaret ettiğim zaman, binanın dış merdivenlerinde beygirini bağlı buldum!..” Demek sayın direktör içerideler.. Evet, eski Ankara’nın caddelerinde -gene Texas’ta olduğu gibi- resmi dairelerin önlerinde at bağlanacak yerler vardı. Hatta Ulus Meydanı’nda dahi. Vekil beyin sayın atlarını bağladıkları yeri boş bulsanız dahi, oraya hayvanınızı bağlamamanız gerek… Katiyen ve nezaketen!… No parking efendim… Daireler kovboy filmlerindeki Şerif ofisini andırırdı.
O devrin en renkli siması Matbuat Müdürü Ahmet Beyin atı öylesine huysuzmuş ki bir gün bu hayvana iyi arkadaşı, çok namlı bir milli şairimiz binmiş… Sen misin binen?.. Hayvan fırlatıp atmış… Büyük şair yere düşerek o hamasi şiirler kaynağı, saçsız ihtişamlı başını yarmış fakir… Daha sonra Atatürk’ün ısrarı ile Fethi Bey ve Ağa Oğlu’nun kurduğu Serbest Fırka’ya giren milli şairimiz bana şunları söylemişti:
– Efendim, Ahmet Beyin atına bindim, yuvarlandım. Partisine girdim, gene tepe aşağı düştüm…
Gazetede çıkan bu beyanat Atatürk’ü dakikalarca tatlı tatlı güldürmüştü. Karikatürist Cemal Nadir’e de “Küp üstüne küp koydular. En alttakini çekince!” mevzulu ve şairimizin bindiği küpten yuvarlanışını gösteren meşhur karikatürünü ilham etmişti.
İşte böyle efendim… Çankaya yolunda 15-20 atlı görünce “Kabine toplantısı mı?..” diye sorulduğu günlerde bazı yabancı büyük elçiler, sefirler de aynı vasıtayı kullanırlardı. Mesela Azerbaycan elçisi, bir yaz gecesi geç vakit atına atlayınca şakır şakır Çankaya köşküne gelmiş, henüz bahçesinde oturan Mustafa Kemal’in sofrasına katılmış, buzlu rakısını yudumlamıştı. Bu anlattığım sahneler benden değil, o günleri yaşamışların kaleminden…
Vekil beyi hem de kiralık, bir eşekle izleyen İstanbullu bir muhallebi mahdumu, bir özel kalem müdürü kendisine bir at aldırmak isteyince kıyametler kopmuş Ankara’da… Küplere binmişler: “Sen çıldırdın mı?.. Biz vekillere at tahsisatı bulamıyoruz. Eşek senin neyine yetmez?.. Kiradan kurtulmak istiyorsan bir makam eşeği alsınlar sana… Mutlaka da resmi olsun dersen kara eşşek al efendim! .”
Ve öyle de yapmışlar… Kara Mercedes yerine kara eşşek… Yalnız arka tarafında plakası eksik tabii.. Zaten o zamanki Ankara halkı da işinin gücünün başına bugünkü gibi otomobille değil, eşşekle gidip gelmekte… İstanbul’dan Ankara’ya yeni gelmiş aileler, ilk gecenin sabahında sokaktan acı acı yükselen:
– Eşşşşşek… Eşşşşşek… Eşşşşeeeeek… Va mı bi boz eşşek gören?.. feryatları içinde kalp çırpıntıları ile uyanırlarmış!.. Eskiler onların bu heyecanına güler ve anlarlarmış ki hırsızlar gene birisinin eşşeğini yürütmüşler!… Dışarıdaki feryat da kayıp veya çalınmış bir eşşek ilanı.. Bugünkü otomobil hırsızlarının öncü kahramanları, eşşek hırsızları..
Bir de Türkiye’yi az gelişmiş ülkelerden sayarlar işte kara eşşekten kara Mercedes’e… Daha ne yapalım yani?
]]>“HAİR” MÜZİKALİNİN HİPPİ ARTİSLERİ SIÇAN VE KİRPİDEN MAMUL KÜRKLER TEŞHİR ETTİLER.
Yaz başında Londrada bir kürk defilesi yapıldı… İngilizler palto ve ceketlerini yavaş yavaş üzerlerinden atmaya çalışırlarken Oxford caddesindeki Peter Robinson mağazasında tertiplenen defilede yılın son modası “Unisex” kürkleri teşhir edildi.
Londra’da aylardan beri başarı ile devam etmekte olan, hippi müzikali “Hair”in kadın ve erkek artistlerinin manken olarak yer aldıkları defilede kirpi derisinden, vizona kadar çeşitli kürkler gösterildi. Ama en fazla ilgiyi çeken “Afrika Sıçanı” kürkleri oldu.
Derisi açık kahverengi olup karında beyazlaşan Afrikalarının 300 kadarı ancak dizler üzerine inen bir kürk mantonun yapılmasına kafi geliyordu…
SIÇAN KÜRKÜ
4 bin liraya satılacağı bildirilen “Sıçan Kürkü” hakkında bilgi veren defile takdimcisi derileri bozulmasın diye Afrika yerlilerinin bu hayvanları özel kapanlar ve ağlarla yakaladıkları, bilahare incitmeden öldürdüklerini açıklıyordu…
Sıçan kürkleri kadar ilgi çeken kirpi derisi kürklerin de 3 bin lira civarında satışa çıkarılacağı ifade edildi. Defileyi takdim eden Don Moss:
“-Artık kadınlar vizon, leopar, samur gibi klasik ve pahalı kürklere yüz vermiyorlar. Daha değişik hayvan derilerinden yapılmış, şık görünüşlü ucuz kürkler alıp elbise değiştirir gibi kürk değiştirmek istiyorlar. Bu sebeple yeni moda kürklerin tutunacağına inanıyoruz” diyordu.
MÜŞTEREK CİNS KÜRKLERİ
Beyaz ve zenci artistlerin pist üstünde danslar yaparak teşhir ettikleri kürklerin en önemli özelliği sadece bir cinse ait olmaması idi… Aralarında tek tük astragan, yabani tilki ve vizon kürkler de bulunan, 1969 “Müşterek Cins” kürklerini hem erkek hem de kadın giyebilecektir… Karısına bu kürklerden birini hediye alan bir koca, icabında kendi de bir davete giderken karısının gardırobundan bu kürkü alarak sırtına geçirebilecektir. Kürklerle birlikte gösterilen ve iç çamaşırı olmaksızın giyilmesi gerektiği bildirilen “Kürk elbiseler” de hayli ilgi topladı.
]]>İsmail Dümbüllü’yü kim tanımaz ki. Eski nesil, orta-oyununun bu büyük ustasını bol bol sahnede görmüş, sayısız kahkahalar atmış, yeni kuşak da radyoda, filmlerde kendisini alkışlamış, takdir etmiştir. Şimdi biraz yaşlanma, biraz kalp kifayetsizliği ve daha çok da orta-oyununun yerine başka türlerin geçmiş olması, onu bol bol seyretme fırsatından bizi mahrum ediyor.
İsmail Dümbüllü’yü Kızıltoprak’taki evinde ziyaret ettiğimiz zaman arzumuz, onunla birlikte karısını da görmekti. Karısını görmek ve yirmi üç yıldır, bir sanatçıya eşlik etmenin güçlüklerini kendisine sormaktı. Yirmi üç yıl bu, dile kolay… Üstelik hemen her gece evinden uzakta, büyük kütleler tarafından alkışlanan, şımartılan bir adamın karısı olarak yaşamak… Yazık ki kendisini bulamadık. Ama onun yerine çok sevimli iki kızları, ipek ve Serpil vardı.
Ev, çiçek içinde ve tertemizdi. Sanki her köşesi, burada mutlu insanlar yaşıyor, der gibi idi.
Türk sahnesinin emektar sanatçısı son teşebbüsünden bahse derken kızarıyor ve heyecanlanıyordu. Bir süre önce Ankara’da halkın karşısında kadim Orta Oyunu gösterileri yapan Dümbüllü şimdi de İstanbullulara anlaştığı bir tiyatroda Orta Oyunundan örnekler veriyor. Temsiller sırasında Tevfik İnce’nin kendisine “Açma ” vereceğini söyleyen İsmail Dümbüllü açmayı şöyle açıkladı:
-Orta oyununda biliyorsunuz, artiste karşısındaki bir laf söyler, yani açma verir, artist de zemin ve zamana göre onu cevaplandırır. Mesela şöyle… Ben bir kıza soruyorum, ismin ne?… Cevabı kız yerine, bir başkası, açma yapan verir. “Arşaloz.” Ben de hemen cevabı yapıştırırım. “Sana sorduk mu a saloz.” İşte buna açma vermek derler. Bu sırada annelerinin yokluğunda ev sahipliği vazifesini üstüne alan kızları İpek, kahve getirdi. Siyah saçlı, alımlı bir kızdı İpek…
-Kızlarınızın sahneye merakları yok mu?
Dümbüllü durakladı.
-Vallahi, küçüğün var, büyük de bir ara istedi ama malum, biliyorsunuz, biz de bir kadın için sahne hayatı ne kadar güç…
Ömrünü sahnede geçirdiği halde kızlarının sahneye çıkmasını istemiyordu. Devam etti,
-Kadının yeri, evidir. Bakınız, bizim hanıma… Yirmi üç yıldır ben, geceleri giderim, gündüzleri de evde kapanır çalışırım. Hanımın gık çıkmaz, gül gibi geçinip gideriz… Ama bu rahatı ben bulmasaydım, doğru dürüst çalışamazdım ki. Benden çoluk çocuk, hepsi biraz korkarlar, gene de severler değil mi İpek?
İpek bize döndü.
-Hayır, korkmak değil, babamızın sanat yönünden değerini biliriz ve bu bakıma onu çok sayarız. Onun dinç kafa ile mesleğine hizmet etmesine yardımcı olmak isteriz, el birliği ile…
Dümbüllü kızınn sözünü kesti.
-Ben de, en çok evimde rahat ederim. Sahnede benim yaptığım iş çok güçtür. Ter içinde kalır insan. Bir günlük yolda bile olsam eve dönmek isterim, ancak o zaman rahat nefes alırım.
-Yaptığınız işin güçlüğünü bize biraz açıklar mısınız?
-Anlatayım. Biliyorsunuz, orta oyunu öbür piyesler gibi yazılmaz, konunun ana hatları belirtilir, o kadar. İşte güçlük o zaman başlar. Seyircinin ilgisini çekme yükü, tek başına bir insanın omuzlarına çöker yani diyelim ki bana… Seyirci, her zaman aynı değildir ki… Bu yüzden, her sahneye çıkışımızda başka türlü oynarız.
-Yani demek istiyorsunuz ki, siz oyununuzu, o günkü seyirciye göre ayarlıyorsunuz.
-Öyle ya… Bakarım ki seyirci bir sahneye gülüyor, hoşuna gitti, o sahneyi elimden geldiği kadar uzatırım. Eğer seyircisini bulursam, bir de iyi bir günümde isem, piyesi iki saatte bitireceğime, dört saatte bitiririm.
Biraz durdu, eski günleri yaşar gibi dalmıştı, sonra devam etti.
– Ben oynarken, mutlaka seyircinin yüzünü görmek isterim. Onun için parter ışıkları yanık olmalı. Hem sahnede rol yapmalı hem de seyircilerin yüzünü tetkik etmeliyim. Şimdiki tiyatrocular yapmıyorlar bunu, fazla elektrik sarfiyatı olmasın diye mi, kim bilir.
Bu sırada küçük kızı Serpil, mektepten geldi. Tombul, şipşirin bir şeydi. Babasını öptü, bizim ellerimizi sıktı. Uslu uslu bir yere oturdu. Ama belliydi, misafirler var diye uslu durduğu… Pırıl pırıl şeytanlık dolu gözleri ile evin en renkli siması idi Serpil. Babası, sevgi dolu gözlerle kızına bakıyordu.
-Şu kızı görüyorsunuz ya, ne taklitler yapar. Benim, annesinin… mektepteki arkadaşlarının… Bayılırsınız.
İçimden işte diyordum, mutlu bir aile. Üstelik güç şartlar içinde mesut yaşıyorlar. Bunun başlıca nedenini, birbirlerine olan saygılarında aramak gerek…
]]>-Ne o dedi şaşırdınız değil mi? Mephisto ile konuşuyordum da, ara sıra böyle biçimsiz şakalar yapar.
-Ama dedim siz eldivenli elinizle göğsünüzü sıktınız sonra da Mephisto mudur nedir, ona kızdınız.
-Hayıııır, o benim elim değil, Mephistonun eli. İşte şu omuzumdaki Mephisto adlı şeytanın eli.
-Bakın, demek istiyorum ki,
-Efendim itiraz istemem bu el Mephistonun. Tamam, mı lütfen daha fazla ısrar etmeyin.
Sustum, belli biraz daha bir şeyler soracak olsam, herhalde hatırlı cinsinden bir dayak yiyeceğiz veya aklımı kaçıracağım. Kalktı yerinden, kenarda, duran yatağın üzerine oturdu. Önce, sırtındaki şeytanla bir şeyler konuştu, sonra da,
-Mephisto ile konuştum, size bir gösteri yapacağız. Öyle, herkesin önünde sevişmeyiz ama nedense Mephisto sizi sevmiş! Sağ eli (Yani şeytanın eli) genç kadını omuzundaki, ince tülü sıyırdı, yere düşürüverdi. Sonra, ahenkli bir şekilde dolaştı. Göğüslerinin üzerinde, bir de baktım ki, sütyeni de düşüvermiş. Kadın kıvranıyor, şeytanın eli, vücudunda dolaşıyor, usul, usul. Delirecek, uzanıyor, yatağa çeviriyor başını, omuzundaki şeytana yapıştırıyor, dudaklarını. Mephistonun eli de hiç rahat durmuyor, “Yapma Mephisto, yapma” sesleri arasında karanlığa gömülü veriyoruz.
EN TEHLİKESİZ VARLIK…
Biraz önce, üzerinden sıyrılanlar, yine eski yerinde geliyor, oturuyor yanıma.
-Nasıl diyor beğendiniz mi? Şimdi aceleye geldi, oysa birde ateşli anlarımızı görseniz.
Genç kadının ışıklarını idare eden adam yaklaşıyor yanıma, kulağıma eğilip, diyor ki:
-Aman dikkat edin, bu kadın manyaktır. Gördünüz ya, kendi kendini soyduğu halde, şeytan soyuyor diye yutturuyor. Bana kalırsa, bunda bir sapıklık var. Ne yaparsınız, herkes bir çeşit sapıtır bu da bu türlü, sapıtmış…
Kadın, pis pis bakıyor, biraz da sinirli bakışları, adam çekiliyor yana, kadın anlatıyor:
-Bu numaram, çok tehlikesiz. Düşünün ki, ayni şeyi canlı bir modelle yani, şeytan kılığına girmiş bir erkekle yapsam, çok tehlikeli olur. Mephistonun, gördüğünüz gibi sadece bir kafası var, bir de sağ elimi ona verdim. Beni seviyor okşuyor, ama ne de olsa ileri gidemez çünkü el benim. Kısaca, o bana çok şey veriyor, ben ise ona hiç bir şey vermiyorum. İşte, en hoşuma giden tarafı da bu ya…. Sağ elindeki eldiveni çıkarıp atıyor, masanın üzerine sonra devam ediyor konuşmağa,
-Bana göre erkeklerin hepsi şeytandır. Biz kadınlar ise birer melek. Eğer o şeytanların pençesine bir düşerseniz, kurtulamazsınız. Anlayacağınız, dünya üzerindeki en tehlikeli varlıklar erkeklerdir. Ben Mephistoyu yaratmakla, en doğru yolu seçtim. Tehlikesiz bir erkek. Ne güzel şey evet tehlikesiz bir erkek
Bakışlarını ilerde, bir noktaya dikip kalıyor, uzun süre düşünüyorum genç kadının Mephistosu, Haremağalarından sonra, yeryüzündeki ikinci tehlikesiz erkek oluyor!…
KENDİ BULUŞU
Genç kadının adı Leila, aslında Leyla ama o enteresan olsun diye veya kolay geldiği için öyle deyivermiş. Babası Kürt, annesi ise Fransız’mış. İşte, bu yüzden tipi, bizlere daha yakın. Baba tarafından uzun, adaleli vücudunu, anne tarafından ise Fransızlara has o ateşli kadın tipini almış… 19 yaşındaki Leila, bundan birkaç yıl öncesi Paris’te sahneye çıkmış. Bir yıl önce de striptease yapmaya başlamış. Numarası kendi buluşuymuş.
-Sahnede kaldığım müddetçe diyor, Mephisto da yaşayacak. Ben ölürsem, o da ölecek. Bugünkü şöhretimi ona borçluyum, bu yüzden böyle birini öldürmek, canilik olur.
Leila, birden tedirginleşiyor yerinde duramıyor. Başını çevirip omuzundaki, şeytana bir şeyler fısıldıyor. Hayretle bakıyorum, bu defa da neler söyleyecek diye, tekrar dönüyor benden yana.
-Şey diyor, çok afedersiniz, bizim Mephistonun işi varmış da gitmek istiyor.
Benden önce foto arkadaşım patlıyor,
-Bu kadar da olmaz be kardeşim, şuna benim işim var desene. Tutturmuş bir Mephistodur, gidiyor. Kadının önce eldivenli elini, yani Mephistosunun, elini, sonra da sol, kendi elini sıkıyoruz. Ayrılırken, bende arkadaşımda ellerimize bakıyoruz acaba ikisi de bize mi ait diye.
(1966 siz)
]]>
Yukarıda “kim bu hippi” resimlerini gördüğünüz kişi Sevgi CAN.
(Gün Gazetesi, Mart 1972)
]]>Gün Gazetesi, 1972. Röportaj: Mehmet BULUT)
]]>Atasözleri bazen gerçekleri o kadar iyi yansıtır ki… Örneğin “Yemeyenin malını yerler” Bu kez TRT Denetim Kurulu’nun tutumu yüzünden, malımızı yemediler ama Barış Manço gibi bir sanatçımızı elimizden aldılar. Sekiz ay önce yurda dönen sanatçı yine Avrupa’nın yolunu tuttu. Barış Manço yurdumuzda tanındığı kadar, Avrupa’da da tanınır. Sanatçı, TRT TV’sinde Avrupa dönüşünden, geçtiğimiz günlerde tekrar gidişine kadar, birkaç parça ekrandan ya söyledi ya söylemedi. Kendi sanatçımıza sahip çıkamayan TRT onu Avrupa TV’lerine kaptırdı yine. Barış Manço ve arkadaşları çeşitli Avrupa TV’lerinde ve kentlerinde konserler vermek ve plak yapmak için sekiz ay sonra tekrar Avrupa’nın yolunu tuttu.
SEKSİ MÜZİK ALETLERİ
Sanatçının apar topar Avrupa yollarına düşmesinde biraz olsun TRT Denetim Kurulu’nun parmağı var. Radyo ve TV’de plaklarının çalınmasını arzu eden sanatçının TRT Denetim Kurulu’na gönderdiği plaklara öyle ilginç gerekçeli yayınlanamaz raporları geldi ki sormayın.
Sizler hiç bir müzik aletinin ayıp bir şekilde kullanıldığını duydunuz mu? Ne kadar düşünürseniz düşünün, hatırlayamayacaksınız. Çünkü bizler de günlerdir, bir müzik aleti ayıp bir şekilde nasıl kullanılır diye arpacı kumruları gibi düşünüp duruyoruz… Neyse, lafı fazla eğip bükmeyelim de, “Müzik aletlerinin ayıp bir şekilde kullanılmasının neden aklımıza takıldığını anlatalım.
Hatırlayacağınız gibi uzun süredir yurt dışında çalışan Barış Manço ve Kurtalan Ekspresi geçtiğimiz yılın Mayıs ayında yurda dönmüştü. Sanatçı arkadaşları ile ilk iş olarak, daha önceden hazırladığı ve yediden yetmişe dilimizden düşmeyen “Lambaya Püf De” adlı şarkisini olarak plağa aktarmıştı. Bu plak da oldukça ilgi gördü. Barış Manço bu enstrümantal eseri tuttu TRT Denetim Kurulu’na gönderdi. Halkın beğendiği bu parça niçin radyo ve TV’de çalınmasındı?
Aradan uzun süre geçti, Denetim Kurulu’ndan ses seda çıkmadı. Tam ümidini kestiği bir sırada beklenen yazı çıkageldi. Gelmesine geldi de, Barış Manço yazılanları okuduktan sonra az daha bayılacaktı. Denetim kurulu “Lambaya Püf De” adlı parçanın radyo ve TV’de yayınlanmasını sakıncalı bulmuştu. Ama Barış’ı şaşırtan o değildi. Yayınlanmama nedeni şimdiye kadar hiç bir müzik parçasına yakıştırılamayacak kadar ilginçti. Gerekçede aynen şöyle yazıyordu:
Eser “Lambaya Püf De” “… Yayınlanamaz… Gerekçe: Enstrümanlar ayıp bir şekilde çalınmış.”
Enstrüman ayıp bir şekilde nasıl çalınır? İşte günlerdir düşünüp de cevabını bulamadığımız soru… Acaba diyoruz, sanatçı gitarı çırılçıplak soyunup da mı çaldı? İyi ama böyle çalsa bile denetimciler plaktan gitarı çıplak bir kişinin çaldığını nasıl anladılar? Görüntülü plak değil ki bu…
Dünyanın hiç bir yerinde müstehcen bir gitar kullanılmıyor. Bir piyanonun ya da bir orgun seksi olması da söz konusu değil… Kısacası bizim düşündüğümüz sorunun cevabını Denetim Kurulu bulmuş anlaşılan. Eee ne demişler? El elden üstündür!..
Aslında Barış Manço’nun TRT Denetim Kurulu’na kızgınlığı bununla da kalmıyor. Sanatçı, “Dünyanın en ilginç denetimi bizde herhalde”diyor. “Lambaya Püf De” adlı parçamızı enstrümanları ayıp bir şekilde çalmışsınız diye yasakladılar. Daha sonra ‘Acıh da Bağa Vir’ adlı parçamıza Türkçe’nin diyalektiği ile oynamışınız gerekçesi ile yayınlanamaz raporu verdiler. Ayrıca bu parçadaki lehçenin Doğu Anadolu’ya ait olduğunu belirttiler. Hâlbuki Balıkesir ve dolaylarına aitti. Türkçenin diyalektiği ile oynamadığımız gibi, aynen lehçeyi radyo ve TV’de zaman zaman izlediğimiz bir sanatçı sık sık kullanıyor.
“İşte Barış Manço’nun uzun zamandan beri ekranda çok az görünmesinin nedeni bu. Denetim Kurulu parçalarının yayınlanmasına izin vermediği için, sanatçı Türk müzikseverlere sadece yapıtı plaklarla seslenebildi… “Baktım ki TV ve radyo ile sesimi duyuramayacağım. Bu kez konserlerle halka yaklaşmaya çalıştım. Sonbahar içinde iki ay süre ile Anadolu’nun çeşitli kentlerinde tam 66 konser verdik” diyordu Barış Manço…
Barış Manço ve Kurtalan Ekspresi bu yüklü turne içinde öyle yoğun bir çalışma içine girmiş ki, bazı kentlerde oynayan kendi filmini bile seyretmeye fırsat bulamamış. “Düşünün bir kere. Biz bir sinemada konser veriyoruz. Karşısındaki sinemada ise benim filmim oynuyor. Bir türlü kısmet olmadı. Konser bitti mi hadi bavul başına. Ondan sonra ver elini başka şehir.”
Gerçekten bu filmi izleme konusunda Barış’ın şansı bir türlü tutmadı. Zira Anadolu’da izleyemediği filmini İstanbul’da da seyredemedi. İstanbul sinemalarına afişleri asıldığı sırada apar topar Kurtalan Ekspresi ile Belçika’daki TV programına Yetişebilmek için yurttan ayrıldı.
BARIŞ AVRUPA’DA NELER YAPACAK?
Sanatçı ve orkestra arkadaşları bu hafta, 10 Şubat’ta Hollanda TV’sinde “TV 7” adlı bir programa çıkacaklar. Bu program bizim Telespor’a benziyor. Sanatçı ile hem röportaj yapılıyor, hem de şarkıları yayınlanıyor. Bunun ardından Alman WDR ve İngiliz BBC için birer konser programı var. Bütün bu çalışmaların yanı sıra, Barış Manço ve Kurtalan Ekspresi tıpkı Anadolu’ya yaptıkları gibi, Hollanda’da da bir turneye çıkacak. Çeşitli kentlerde Türk işçilerine ve Hollandalı müzikseverlere seri konserler verecek.
Barış Manço’nun Avrupa’da en çok önem verdiği çalışma ise Belçika’da yapacağı plak çalışması olacak. “Bu Long-Play için uzun süredir hazırlanıyorduk. CBS plak şirketi için yapacağımız bu Long Play İngilizce sözlü parçalardan oluşuyor. “2023”, “Nazar Eyle”, ve “Bebek” gibi parçalarımızın da yer alacağı plaktan çok ümitliyiz” diyordu, İstanbul’da hayranlarına, bizlere veda etmeden önce…
Barış Manço’nun yurt dışındaki bu olumlu çalışmalarından hem gurur duyuyor, hem de üzülüyoruz. Gurur duyuyoruz, çünkü bizim sanatçımız sevindirici çalışmalar yapıyor. Üzülüyoruz, çünkü kendi sanatçımıza sahip çıkamıyoruz. Gönül ister ki kafalarındaki örümcekler yok olsun, kendi sanatçılarımızı ekranlarımızdan, radyolarımızdan doya doya izleyelim, dinleyelim.
(TV’de 7 GÜn, 1975)
]]>