Yıldız Kenter İstanbul’da doğdu. Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Bölümünü sınıf atlayarak bitirdi. On bir yıl Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı. Rockefeller bursu kazanarak American Theatre Winng, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yaptı. Ankara Devlet Konservatuvarı’na hoca olarak atandı. 1959’da Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldı. Muhsin Ertuğrul ile bir yıl çalıştı. Kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile Kent Oyuncuları topluluğunu kurdu. 1956 yılından itibaren Ankara Devlet Konservatuvarı, İstanbul Belediye Konservatuvarı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde bölüm başkanlığı ve hocalık yaptı. 100’ün üstünde oyun oynadı, 100’e yakın oyun sergiledi. Sayısız ödüle layık görülen Yıldız Kenter, 1981’de “Devlet Sanatçısı” olarak ödüllendirildi.
16 Kasım 2019’da hastaneye kaldırılan Kenter 17 Kasım’da hayata gözlerini yumdu.
İşte size sırasıyla Yıldız Kenter’e (Kenterler’e) ait eski bir kaç röportaj ve haber, ardından da oynadığı filmlerden bazılarının afişleri:
Cereci, Sedat. Yıldız Kenter ile TİYATRO üzerine bir söyleşi. Video-Magazin. (6) 1983, 42 ss.
Ünsal, Engin. Tiyatro; Müşfik Kenter, Yıldız Kenter, Genco Erkal. Sinema 1960. (1) 1960, 23 ss.
Erakalın, Ülkü. SİTE Tiyatrosunda, Kenter Kardeşler ile röportaj. Sinema 1961. (10) 1961, 12 ss.
Vassaf, Melih. Kenter Kardeşler: Yıldız ve Müşvik Kenter, geçen yılın en iyi artisleri olarak “İlhan İskender” armağanını kazandılar. Sinema 1961. (25) 1961, 10 ss.
ve Birkaç Film Afişi:
]]>Bilindiği gibi, kuramsal açıdan sinemanın en küçük birimi olan çekimi görüntüler, oluşturur ve görüntü bir başına, yalnızca fotoğraf olmaktan öteye pek bir anlam taşımaz. Sinema sanatı, zaman içinde çeşitli öğelerin yan yana getirilmesiyle akıp giden bir değişimin görüntüsünün, ya da görüntülerinin oluşturduğu çekimlerin art arda eklenerek hareket kazandırılması ve kurgulanması sonucunda meydana gelir. 1950’li yıllarda özellikle İtalyanların, kulakardı edilemeyecek denli becerikli (!) katkı ve çabalarıyla ağırlık kazanan ve bizim gibi ülkelerde gittikçe yaygınlaşan fotoroman ise, donuk ve cansız bir fotoğraflar evreniyle, popüler kitle kültürünün tüm ucuzluklarını kuşanarak, kötü edebiyatın bayağı duyarlıklarını bitmez tükenmez bir biçimde, tefrika ederek örnekler durur, bezdirmeyle ve usandırmayla karışık.
BİR SAPTAMA…
Evet, diyeceğimiz fotoromana yeni bir çeşni kazandırarak (!), sinema salonları, video ya da televizyon ekranından sonra (yoksa önce mi demeli?), bir filmi tefrika halinde günlerce fotoroman çerçevelerinden izlemeyi (ya da izletmeyi) de başardık sonunda. Sinema ortamındaki bunalımın gittikçe daha ağır bir biçimde ve en son KDV’nin katkısıyla daha da katmerleşerek, kendini duyurduğu bu mevsimin belirgin özelliği haline dönüşen bu yeni, “alaturka” yöntemin, bunca tutmasının nedenlerinin aslında büyük giderlerle ortaya çıkan filmlerin çoğu kez “maliyetini” bile kurtaramamasından kaynaklandığını ileri sürebiliriz rahatlıkla.
BABIALİ – YEŞİLÇAM İŞBİRLİĞİ…
Geleneksel fotoromanın zekâ düzeyi oldukça geri kalmış, bayağı örneklerinin, üstelik bütün ülke yüzeyinde yaygınlaşmış “boş vermişlik kültürü” arabeskle bir güzel kaynaşarak sürekli üretilmesine, öteden beri yeşil ışık yakan Babıali’nin magazinsel kesiminin pompalamasıyla, mali açıdan içinde bulundukları çıkmaza bir nebze olsun çözüm bulabilen yerli sinemacıların “bir filmi fotoromanda izlemek” olgusuna dört elle sarılmalarını anlamak mümkün. Ama gazetelerin “fotoromana her zaman talep vardır” anlayışıyla, çarşaf çarşaf sayfalarında film fotoromanlarına yer ayırmasını ve bunu giderek gelenekselleştirmelerini anlamak oldukça tartışma götürür doğrusu. Boyalı basının işlevini, nasıl olması gerektiğini gündeme getirmek konumuzun dışında kaldığından, “aslında alanın da, satanın da”, okuyucu ya da seyircinin (!) de memnun olduğu bu durumun, karşılıklı çıkar ilişkilerinden kaynaklandığını ve bunca serpilip gelişerek bugünlere gelindiğini belirtmek için lafı uzatmaya pek gerek yok aslında. Gerçi yabancı sinemayla uğraşanlardan, yabancı film dış alımcılarından daha iyi bir durumdadırlar yerli sinemacılar, seyirci ve gişe açısından ama eninde sonunda, onlar da sinema alanındaki genel bunalımın kıskacındadırlar. Ve en azından, 20-25 milyon Türk Lirası’na mal olacak ve büyük olasılıkla giderini bile karşılayamayacak bir yerli filmin “muhtemel” açığını kapamak için fotoromana başvurulmasını hoşgörüyle olmasa bile, anlayışla kabul etmek, insaflılık ölçüsündendir.
Şimdiye değin yerli film yapımcılığında ortada dönen nakit paranın kaynağı sayılan bölge işletmecileri artık, enflasyondan doğan boşluğu kapanmamaktadırlar. Dolayısıyla güç durumda kalan yerli film yapımcısı, ister istemez kendisine kesin çözüm getirmese de biraz parasal yararlar sağlayacak yeni bir “alternatif” olarak fotoromana yönelmekledir, böylelikle hem filminin günlerce sürecek “renkli” reklamı yapılmakta, hem de 5-10 milyonlara ulaştığı söylentileri yayılan fotoroman ücretleri, çekimini tamamlamış film yapımcısına bir parça soluk aldırmaktadır. Filmi yayınlanan fotoromanın, filmin sinemaya gidecek seyircisinden çalacağı kaygısı, şimdiye değin izlenen örneklerde olduğu gibi geçerliliğini yitirmiş bir kaygıdır, kaygı olmaktan çıkmıştır. Sinema piyasasındaki bunalıma karşı direnen yerli film yapımcıları arasında fotoroman olayına ciddi bir tutumla yaklaşması açısından Mine Film’in önde geldiğini de belirtmek gerekebilir.
BİR SİNEMA YAZARININ İLGİNÇ ÖNERİSİ…
Çekimi bitirilmiş ve gösterime hazırlanan birtakım filmlere, fotoroman olarak yayınlamak üzere, büyük paralar ödemek yerine, bir sinema yazarının belirttiği gibi söz konusu gazetelerin “onayladıkları, ilginç buldukları” kimi film tasarılarına yatırım yapmaları, “böylece sinemamız için yeni bir finansman kaynağı” ve itici güç oluşturmaları, herkesin yararlanabileceği çok daha olumlu bir davranış olacaktır kuşkusuz. Üstelik sinema alanına, film yapımına para koyan yayın organı, “fotoroman hakkı saklı olmak ve sinemadaki gösteriminden de pay almak kaydıyla, o paraların üretime daha dönük bir biçimde kullanılabilmesi” sonucunda sinemaya destek olmanın yollarını açarak hem kâr edebilecek, hem de bu destek olmanın onurunu taşıyacaktır.
FOTOROMANIN ÜLKEMİZDEKİ ÖYKÜSÜ…
“Her fotoğrafın bir öyküsü” olduğu gibi, okuma-yazma oranının düşük olduğu ülkemizde, göze hitap edişiyle, fotoğrafın inandırıcılığıyla tozpembe bir hayal dünyasının yüzeysel ve yapay serüvenlerini ucuz tarafından allayıp pullayarak kaynaştırışıyla ve kolay erişilir oluşuyla yaygınlık kazanan, popüler kültürün görmezden gelinemeyecek bir olgusu olarak günümüzde gittikçe kendini kabul ettiren fotoromanın öyküsü, İtalyan yapımı fotoromanların çevirisi niteliğindeki fotoroman dergisi Yelpaze’nin yayınlanmaya başlandığı 1950’li yıllara değin uzatılabilif Yelpazeyi başka fotoroman dergilerinin izlemesinin ardından 1970’lere doğru gazetelerin de fotoroman piyasasına el attığını ve yerli malı fotoroman yapımına geçildiğini, kısa filmden yetişen Artun Yeres, Ömer Pekmez, Arda Uskan, Samim Değer, vb.nin giderek bu alanda uzmanlaştığını görüyoruz. Killing, vb. örneği şiddet ve seks öğelerini de içeren örneklerle beslenen sığ bir kültürün, estetik ve her türlü kaygıdan uzak, düzeysiz ürünleriyle iyice palazlanan bir furyaya dönüşen fotoroman akımının doygunluk noktasına ulaştığı 1970’li yılları devirdikten sonra, bir çeşitlilik arayışı içine girerek yeni bir tür fotoroman modası yarattığına tanık oluyoruz. 1980’lerde: Filan, falan “yıldız”ların boy gösterdiği birtakım filmlerin fotoromanları Başta Günaydın, Hürriyet, Bulvar, Güneş ve Milliyet olmak üzere, daha çok yüzey¬sel konularla ilgilenen bir kitleye seslenen kimi gazetelerin magazin eklerinde, giderek eskinin tefrika romanlarının yerini alan fotoroman, zamanla renkli, büyük karelerin çekiciliğinden bir pehlivan tefrikasının tekdüze yavanlığına dönüşerek de olsa, yaygınlığını ve geçerliliğini sürdürdü. Bir iki dakikada şöyle bir bakılıp tüketiliveren fotoromana, kocaman kocaman sayfalar ayıran, boyalı basından bir Hürriyet’in yılda 12 fotoromana gereksinimi olduğu bildiriliyor. Bugün Milliyet, iki ayda bir film fotoromanını bitiriyor, öteden beri Milliyet’e yetişmeye çabalayan Güneş de aynı durumda. Özetle, filmin gösterime girmezden önce ya da gösterimi sırasında, fotoroman olarak gazetelerde yayınlanması olgusunu, gün geçtikçe kendini daha çok resimli ve renkli olmak zorunda (!) hisseden basının doğal bir gelişimi saymanın ötesinde, “böyle başa böyle tarak” çeşidinden bir “arz ve talep” sorunu olarak algılamak ve sinema piyasamızdaki “had safhaya” varmış büyük durgunluğa çözüm getirici sayılmasa bile yine de ufak çapta parasal olanaklar sağlayan bir seçenek olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Temelde hareket olmadığı için, sinemadan bütünüyle farklı ve güdük, donuk bir “şey” olan fotoromanın, hareket ve ses öğesinden yoksunluğu, dondurulmuş fotoğraflarla bir öykü anlatmaya çabalayan, filmik yapıdan çok farklı bir görüntü düzenlemesi ve anlı-şanlı tanınmış “yıldız”larıyla, estetik boyutsuzluğuyla durağan nitelikleriyle kesinlikle sinemaya zarar vereceği ya da sinemayı körelteceği de ileri sürülemez hiçbir zaman. Tersine sinemaya yarar sağlamaktadır fotoroman.
Güneş, ilk yayınlanmaya başladığı 1982’de geniş kapsamlı olanaklarını ve sayfalarını seferber edişiyle, fotoroman piyasasına canlılık katan gazete oldu. Halit Refiğ’e gündelik gazete fotoromanı (film değil), ısmarlanınca Aşk-ı Memnu yönetmeni kolları sıvayarak. Halide Edip’in Handan’ını fotoromana uyarladı, özenli bezenli bir çalışma sonunda Handan’ı izleyen Deli Gönlüm’le Güneş’in başlattığı Murat Belge’nin deyiyişle “ağır fotoroman hamlemiz” Babıali ufkunda bir güneş gibi parladı ve devam etti. Devreye başka gazeteler de girdi, “hayatın magazinleşmesi” ortamında, eni konu serpilip gelişme olanağı bulan fotoroman, nerdeyse hızla ayrı bir “sanat türü” olmaya yüz tuttu. Hürriyet- Kelebek’in, İbrahim Tatlıses’le, Nükhet Duru’yu bir araya getiren Ölürsem Kabrime Gelme’sinin yayınlanmasıyla fotoroman çığırı bu kez arabesk dönemecine saptı. Ölürsem Kabrime Gelme’yi, içerdikleri “zenginlikleri” veciz bir şekilde dile getiren isimleriyle diğer arabeskimsi fotoromanlar izledi, derken Nazan Şoray, Ahu Tuğba, Necla Nazır ve diğerleri gibi “yıldız”cıklar bu çığırdan nasiplendiler…
YENİ BİR FOTOROMAN TÜRÜ: FİLM FOTOROMANI…
Ve bu arada “sinemadan transfer” ilk fotoroman Bulvar’da göründü: Metres. Metres’in sinemalardan önce fotoroman olarak, seyirci-okuyucu karşısına çıkmasıyla Feyzi Tuna, Kartal Tibet, vs. gibi sinemada adını duyurmuş kimi yönetmenlerimizin başını çektiği “filmin fotoromanı” olayı gündeme geldi. 1983’te fotoroman olarak yayınlanmasına karşın, hiç seyirci kaybetmeyerek o yılın, en çok iş yapan filmlerinden biri (box-office ikincisi) oldu Metres. Türkan Şoray’la, Can Gürzap’ın oynadığı, Orhan Elmas’ın yönettiği Emek Film yapımı Metres’in ardından başka film fotoromanları çok geçmeden sökün etti…
BU MEVSİMİN FİLM FOTOROMANLARI…
Bu mevsim başından, beri Hürriyet- Kelebek’te yayınlanan film fotoromanlarını anımsayabildiğimiz kadarıyla şöyle sıralayabiliriz: Nazmi Özer’in Emek Film yapımı Balayı (Kadir İnanır, Nazan Şoray), Kartal Tibet’in, hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini üstlendiği Şabaniye (Kemal Sunal), Yavuz Turgul’un yönettiği Kök Film yapımı Fahriye Abla (Müjde Ar, Tarık Tarcan), ve şu sıralarda yayınlanması süren Feyzi Tuna’nın yönettiği Mine Film yapımı Tutku (Hülya Avşar, Kenan Kalav, Meral Orhonsay)…
BU MEVSİM
Bu mevsim, Güneş’in film fotoromanlarının ilki, Bilge Olgaç’ın yıllar sonra yeniden yönetmen olarak sinemaya döndüğü tek video film yapımı Kaşık Düşmanı oldu. Kaşık Düşmanı’nı, Temel Gürsu’nun yönettiği Banu Alkan’lı, Salih Güney’li, Can Film yapımı Kızgın Güneş izledi. Milliyet’te bu mevsim izlenen film fotoromanı, yine Bilge Olgaç’ın yönetmenliğini üstlendiği, Hülya Koçyiğit’li, Çetin Tekindor’lu Yavrularım, bir Gülşah Film yapımıydı. Bulvar’da ise, uyanık bir tutumla birtakım eski filmlerin fotoroman haline getirilerek yayınlanması da, bu mevsimin “ağır fotoroman hamlemizde” dikkati çeken özelliklerinden biriydi. Bulvar’ın eski yerli filmlerin içinden bulup çıkararak fotoroman kılığında yeniden önümüze sürdükleri arasında, İnleyen Nağmeler (Zeki Müren, Mine Mutlu), Sahipsizler (Kadir inanır) ve Türkan Şoray’lı, Ekrem Bora’lı, Erler Film yapımı Ağlayan Melek ilk elde akla gelen “harikalar” olarak sayılabilir.
Çapan, Sungu. Bir filmi fotoromanda izlemek. Gelişim Sinema (5) 1985, 49 ss.
]]>Hani şu eli ayağı düzgün kadınlarla tatlı tatlı sevişirken boğazlayıp öldüren bir KİLLİNG vardı ya başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi ve sokak ortasında bir kadın tarafından tabanca ile dört kurşun sıkılarak öldürüldü… Tabi ki yerli film icabı…
BOL BOL İŞKENCE YAPTI
Tabii KİLLİNG postu kaptırmadan önce filmde yine 5-10 kadının kanına girip çeşitli işkenceler yapmayı da ihmal etmedi.
Son filminde yine bol bol güzel kadınları boğazlayan KİLLİNG’in sonunda kalabalık bir cadde ortasında öldürülmesini seyredenler “KİLLİNG bu hallere de mi düşecekti” diye dövünüp durdular.
(Gün Gazetesi, 1972)
]]>Pes vallahi şu bizim filmcilerin bazılarının üç kâğıtçılığına. Gittikleri Sarıyer sırtlarında film çekimine hazırlanırken üzerlerinden geçen uçaktan faydalanmak için bastılar yaygarayı. Aşağıda kargaşalığı uçağın pilotu da merak etti ve başladı üzerlerinde dolaşmaya… Derhal gerekli hazırlık, anında tamamlandı ve film çekimi başladı. Tesadüfen yeri seçilen kavga sahnesinde pilotu farkında olmadan uçakta rol aldı ve çekim tamamlandı. İyidir hoştur şu bizim Yeşilçam sakinleri ama biraz üç kâğıtçıdırlar ayıptır söylemesi…
***
SEVİŞİRKEN RESİMLERİNİ ÇEKMEK İSTEYEN FOTOĞRAFÇIYI ÖLDÜRDÜ…
FİLMİNDE, TÜRKIYE’NİN EN ÇOK SOYUNAN KADINI UNVANINI ALAN NURAY’LA SEVİŞEN AKTÖR BEHÇET NACAR DA, BU GİDİŞLE “EN ÇOK SOYUNAN ERKEK” ADINA LAYIK OLACAK…
Yatakta muz gibi soyunmuş sevişirken aniden karşılarına dikilip resimlerini çeken fotografçıya Behçet Nacar tabanca çekti.
Çekti ama fotografçı resmi çekemedi, zira makinaya film takmayı unutmuş… Son unda da “Maskeli üçIer” filminin bu sahnesinin çekimi bitti ve çevirdiği filmlerde soyunmaktan giyinmeye vakit bulamayan Nuray “O000hhh” diye derin bir nefes aldı. Bu arada yılın en çok soyunan kadını olarak Nuray dikkati çekerken, soyunan erkeklerin başında da Behçet Nacar’ın gelmesi günün konusu oldu Yeşilçam’da…
(Gün Gazetesi, 1972)
]]>Almanya’nın Münih şehrinde bir porselen fabrikasında sekreter olarak çalışan Helena Sedlakova adında esmer güzeli bir Çek kızı, Almanya’da okullarda verilen seks derileri için öğretici mahiyette seks filmi çevirdiğinden ailesi tarafından evlatlıktan reddedilmiştir. Bu öğretici filmlerde anadan doğma çıplak halde yataklı, ateşli aşk sahnelerinde görünen Helena “Ben bu işten aldığım para ile size yardım ediyorum” diyerek ailesinden affedilmesini istemiştir. Ancak kızlarının öğretici mahiyette de olsa kendisini çırılçıplak teşhir etmesini doğru bulmayan annesi ile babası “Olmaz olsun senin yardımın… Seni evlatlıktan reddediyor ve şimdiye kadar gönderdiğin, etini teşhir ederek kazandığın paraları da gönderiyoruz. Al başına çal” demişlerdir.
***
BAŞ AKTÖRÜ TEHDİT ETTİLER “KARINA BÜTÜN SIRLARINI YAZARIZ.”
ERKEK KIZLAR BÜLBÜL AHMET İSİMLİ FİLMİ PROTESTO ETTİ…
Bütün sırlarını ve yaşantılarıNI aksettiren “Bülbül Ahmet” filminin oynatılmasını protesto eden İstanbullu homoseksüeller filmin başrolünde oynayan İrfan Atasoy’u tehdit edip, “Bütün sırlarını karına yazarız” demişlerdir.
Filmin sinemalarda oynatılmasının gururlarını rencide edeceğini belirten homoseksüeller İrfan Atasoy’dan filmin gösterilmesine mani olmasını ısrarla isteyip, “Eğer sen bizim bu isteğimizi yerine getirmezsen biz de senin bekarken yaptığın çapkınlıkları, kırıştırdığın kızların listesini karına postalarız” demişlerdir.
YÜRÜYÜŞ YAPACAĞIZ
Ayrıca homoseksüeller filmi İstanbul’da vizyona girdiği takdirde buna mani olmak için bir de yürüyüş yapacaklarını belirtmişlerdir. Bahis konusu erkek kızlar bu yürüyüş için şimdiden bütün Türkiye’deki homoseksüelleri İstanbul’da toplayacaklarını da eklemişlerdir.
***
TÜRKİYE’DEKİ 50 BİN HOMOSEKSÜELİN HAYATINI ANLATAN FİLM TEPKİ GÖRDÜ…
Memleketimizdeki 50 bin kadar homoseksüelin seks dünyası ve özel hayatını gösteren film Yeşilçam’da çeşitli dedikodulara yol açmıştır. Başrolünde İrfan Atasoy’un oynayarak taşradan İstanbul’a gelen saf bir Anadolu gencini canlandırdığı “Bülbül Ahmet” filmi, daha şimdiden bu yılın en iddialı filmleri arasında yer almaktadır.
Filmde homoseksüel erkek ilişkilerinin nasıl kurulduğu, geçimlerini nasıl temin ettikleri anlatılmaktadır. Çıplak erkek sahnelerinin bulunduğu filmin nasıl sansürden geçeceği merakla beklenmektedir. Bu arada filmde homoseksüel rolü olan birçok erkek kimsenin yüzüne bakamaz bir hale gelmişlerdir.
***
ARKASINA TEKMEYİ YİYİP ARABADAN UÇAN FİGÜRAN 2O LİRA ALIYOR…
Yeşilçam’ı Az Çok Tanıyanlar: “Ne Diyelim. Allah Figüran Kardeşlerimize Kolaylık Prodüktörlere De İnsaf Versin. Yeşilçam’da Hayat Sudan Ucuz İşte” Şeklinde Konuşuyor.
İnşaatta amelelik yapıp kıçına bir tekmeye ve al 20 kâğıt. Tabi ayıptır söylemesi gözüne kestirirsen tekmeyi yumuşak yerine yedikten sonra arabanın üzerinden aşağıya uçmayı Aynı sahne Avrupa ve Amerikalı bir film ekibi tarafından çekilirken her ihtimale karşı figüranın hayat sigortası yapılır ve yalnız bir dakikalık rolü için binlerce lira alınır. Ama gelin görün ki bizim filmlerde hayat sudan ucuz… Gördüğünüz fotoğraflar başrolünü Yılmaz Köksal’ın oynadığı bir filmde geçiyor ve yalnız 20 lira için bir figüran tekmeyi yiyip arabadan aşağı uçuyor. Allah figüran kardeşlerimize kolaylık, prodüktör arkadaşlarımıza da insaf versin…
***
DAZLAK KAFALI AKTÖR, RESMİNİ YAPTIĞI KIZLA SEVİŞİYOR…
Türk sinemasının yegâne dazlak kafalı aktörü ünlü sanatçı Altan Günbay bir filminde kendisine poz veren kızla rol icabı saatlerce sevişmek zorunda kaldı ve bir hayli terledi…
Özellikle son günlerde moda olan seks avantür filmlerinin birinde Altan Günbay kendisine poz veren iri göğüslü dolgun kalçalı dişi melekle sevişirken o kadar daldı ki (Hanımı duymasın) rejisörün kameraya stop, dediğini bile duymadı. Karşısındaki çıplak güzelin saatlerce yağlıboya tablosunu yapmaya uğraşan Altay Günbay filmdeki rolü icabı sonra da bu tahrik edici dişi ile sevişirken sette çalışanların bile nefesi kesildi, acaba seyirciler ne yapar onu bilmeyiz tabii ki…
(Gün Gazetesi, 1972)
]]>(panorama, 1955)
Bakırköyünde mütevazı bir ailenin biricik çocuğu. Henüz 14 yaşlarında —yıl 1938—. Bir defa Naşidi, bir defa Hazımı seyretmiş, hayal meyal hatırlıyor. En ziyade Raşit Rıza hâfızasında. Defalarla seyretmiş onu. Fakat üzerinde asıl tesir, gösterenler, filmler. Bilhassa Fransız filmleri. Çok küçükken gördüğü filmleri bile hatırlıyor. Orta mektepte talebedir. Psikolojik sınıflamada zayıf ve hassas mizaçlar grubuna girer. Kavgadan, oyundan, arkadaşlardan kaçıyor, mektebi sevmiyor ve içkiye başlıyor. Hep bir eksiklik, bir küçüklük duygusu var: içinde. İçince aslan kesiliyor. Ve tabii içiyor.
Günün birinde Bakırköy Halkevi temsil kolu kuruluyor. Çekingen çocuk ezile büzüle bir ahbabının vasıtasıyla müteşebbislerin yanına sokuluyor. “Mahcuplar” da hafif taklitle “uşak” rolünde sahneye ilk adımını atıyor. Çok da iyi, ediyor. Şehir Tiyatrosundan Turhan Göker, o zaman Halkevinde rejisörmüş, onunla çalışıyor. “Beklenen şarkı” filminin senaristi Sadık Şendil de oradaymış o zaman. Birlikte çalışıyorlar ve Münir, sahneye bağlanıyor. Seyirci takdiri, amatör heyecanı tatlı bir enjeksiyon yapıyor ona.
Birkaç yıl geçiyor, işine gücüne gidenler oluyor ve dostlarla da yollar bir bir ayrılıyor. 1948 e kadar çekiliyor sahneden Münir. Hayatını kazanmak, bir iş yapmış olmak için ötede beride çalışıyor. Fakat arkadaşlarının bir kısmı profesyonel sahnelere geçmişlerdi bile. O da geçecek ama güveni yok kendine. Dostlardan Allah razı olsun! Behzat Butak’ın pastanesinde çalışan bir arkadaşı onu Muhsin Ertuğrul’la tanıştırmaya azmediyor. Var olsun böyle dostlar. Randevu alınıyor. Bir Pazartesi Münir-Muhsin mülâkatı yapılacaktır. Fakat Pazar günü çat kapı Münir’in evine Ses Tiyatrosundan biri geliyor. Ses’in sahibi, Münir’i acele istermiş. Atlatmaya kalkıyor, nafile. Adam Nuh diyor, peygamber demiyor. Apar-topar iniyorlar İstanbul’a. Tiyatronun sahibi kabul etmesin diye Münir, o gün için pahalı sayılan bir ücret ister. Pazarlık ederler. Münir oralı olmaz. Fakat birdenbire razı oluvermez mi seninki? Münir’in istediği parayı vermiştir. Bu suretle amatörlükten ve bir o kadar da muhtelif işlerde çalıştıktan sonra Münir Özkul, Ses Tiyatrosunda halkın karşısına çıkar. İsmi cismi meçhul delikanlı döktürdüğü rollerle parlamağa başlar. Kulaktan kulağa bir Münir lafıdır yayılır. Sahne böyledir: Kendisini sevenleri, kendi yaradılışına uygun olanları sivriltir, ne idüğü belirsiz heveslerle üstünde boy göstermeye kalkışan bobstil delikanlı ve züppe hanımcıkları da silkeleyip atar.
Yaş 23 ü bulmuş, evlenmiştir. —Şehir Tiyatrosuna girseydi belki daha halâ uşak rollerine çıkardı.— Hâlbuki istikbali garanti olmamakla beraber Ses’te kendini tanıtmıştı. İşi tuluatçılığa dökerek yazın Tepebaşı Bahçesinde skeçler yapıyordu. İçkide berdevamdı. Bahçe patronları ile çekişiyor, fakir tiyatro arkadaşlarının işten çıkarılmasına sinirlenerek mütemadiyen kavga ediyordu. Mücadele, münakaşa, salaş salaş dolaşıp beş on kuruş için didinmek ona haklı olarak ağır geliyordu. O, bu işin esnaflığı için yaratılmamıştı. Neticede kendi de açıkta kaldı. Bugün alkış, kıyamet onu tebrik edenler ertesi gün unutmuşlardı. Nihayet 1951 geldi çattı ve Küçük Sahne kuruldu. Kadroyu Sami Ayanoğlu hazırlıyordu. Münir, “Fareler ve insanlar” la işe başladı. Güzel piyes, güzel arkadaşlar, güzel sahne. Mesut başlangıç.
Onu takip eden sezonda “Yarıs” ta rol aldı. “Karakolda” piyesiyle varlığını kabul ettirdi. “Tululatçı olmak” kompleksi içinde kıvranıyor ve diğer arkadaşlarıyla pek bağdaşamıyor, boyuna içiyordu. “Karısık iş” piyesindeki rolünü hiç prova etmeden ve fitil gibi sarhoş vaziyette oynadı. Muhsin Ertuğrul, bu büyük tiyatro adamı, andaki cevheri sezmeseydi derhal kapıyı gösterirdi. Ama itimadı vardı. Er geç içkiyi terk edeceğine inanıyordu. Yanılmadı. “Arpa ambarı”, “Ziyafet”, “Dünkü çocuk”, “Yaz bekârı” ve “Oyun olmasaydı” da Münir, birinci sınıf bir komedyen olarak karşımıza dikildi. Sizi avucunun içine alıyor ve saatlerce kendine hayran bıraktırıyordu. “Hamlet” ve “Nasıl isterseniz” piyeslerinde Şekspir oynamakta da anadan doğma tecrübeli ve usta olduğunu gösterdi. Konservatuarı anasının karnında bitirmişti. Onu alkışlayıp, “büyük sanatçı” diyenlere bir sözümüz var: “O sanatçı oraya itabında en âdi mücadelelere bile girişerek gelmiştir. Ancak Devlet Konservatuarından yetişenler normal bir yol takip ederler. Onun dışındakiler uğraşmaktadırlar, sinirleri, sıhhatleri pahasına sanatçı olabilmektedir. Patronlardan başka bir de eleştirici (münekkid) denilen parazitlerle uğraşmak zorundadırlar. Hâsılı acınacak durumda…»
— Ciddî çalışmak istiyorum artık.
— Ne gibi Münir?
— Anlayarak, bilerek, öğrenerek tiyatro yapmak fikrindeyim. Müptediler gibi mimik, diksiyon, deklâmasyon ve Türkçe dersleri alacağım. Sonra da bir piyesi tahlil edebilecek hale gelmeye çalışacağım. Hayatıma da bir çekidüzen vermek niyetindeyim. Marazi korku ve endişelerden kurtulmak için psikanaliz yaptırıyorum. Hem ruhumu, hem vücudumu tedavi edeceğim.
— Mesela?..
— Spor yapıyorum. Lobut, gülle, halter, barfiks çalışmaları ve ruh doktorlarının tavsiyeleri. Artık eskisi gibi evhama pek kapılmıyorum. Vücudumu hamlıktan kurtaracağım.
— “Oyun olmasaydı” da pekala başının üstünde durabiliyordun.
— Son provaya kadar duramamıştım halbuki.
— İlk temsil ilham geldi!
— Öyle oldu. İlk temsil gecesi rüyada gibi oynuyor zaten insan. Heyecanla bütün varını yoğunu ortaya koyuyor.
— Herkesle oynayabilir misin?
— Çok kabiliyetsiz olmamak şartıyla, evet.
— Tuluat yapar mısın?
— Kat’iyen.
— Küçük Sahne’de mırıldanarak da konuşsan, sesin duyuluyor. Daha büyük salonlarda sesini yükseltmek istediğin zaman sempatin bozulmasın sakın?
— Hiç zannetmem. Tecrübesini yaptık.
— Aşk var mı, aşk?
— Aşk olmadan meşk olur mu? Biz de sevdik. Cihan âlem duydu bunu. Allahtan, çabuk toparlandım.
Münir’le arkadaş olmuştum. Onunla konuştuktan sonra vazgeçilmez bir dost olduğu görülüyor. Film çevirecek, ticaret yapacak ve sahneye çıkacak. Çevirdiği filmlerden memnun değil. Perde – sahne tercihi hususunda klâsik değil. İkisini de seviyor. Gelecek yıl, galiba onu dram oynarken göreceğiz. Ona başarılar, seyircilere mutlu tiyatro sezonları dileriz.
RÖPORTAJCI
]]>Bugün bir yerli film seyretmek onu çevirmekten daha zordur!
Yerli Film Name
Bir yerli filmin çevrilmesi anında, bir erkek artist kadın artisti öperken düşmüş bayılı vermiş. Artık kadına mı yoksa filme mi her neye ise dayanamamış bay artist.
Gördünüz mü işi siz.
Halbuki yerli filmlere dayanamayanları sadece seyirciler zannederdik biz.
Baksanıza, filmin artistleri bile dayanamamaya, tahammül edememeye başladılar rol aldıkları filmlere.
Ya film çeviriciler? Onlar çok dayanıklı insanlardır.
Bize kalırsa onlara bu dayanma güçlerini kırabilmek için verilecek en büyük ceza, çevirdikleri filmleri kendilerine hiç olmazsa iki defa seyrettirmektir.
Bakın o zaman dayanabilecekler mi? Hatta ve hatta film çevirmeye tövbe ediyorlar mı, etmiyorlar mı?
********
GEREKMEZ
Akıl ve mantık
Bizim yerli filmcilerimize
Gerekmez …
Zira onların
Nazik kafaları
O kadar sıkleti çekmez…
BUYRUN, YERLİ FİLM NAMAZINA
Yerli filmlerimizin hemen tamamının başlıca iki özelliği vardır:
Dans ve göbek sahneleri ile cami ve ezan…
Yerli film bunlarsız olmaz ve de olamaz.
Sulukule çingenelerinin göbek havalarından az sonra bir camiden ezan sesleri yükseliverir.
Bir gün yine böyle bir yerli filmde meşhur göbek havasının hemen ardından bir camiden ezan sesleri yükselmeye başlayınca ve sinemadaki cemaat “Allah-ü ekber” sedaları arasında gümbür gümbür ayaklanınca, muzibin biri şu cevheri yumurtlayıverdi:
– Hadi baylar, buyurun yerli film namazına…
YÜRÜÜÜÜÜÜ
Adam, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u hangi yılda fethettiğini bilmez.
Kalkar film çevirir…
Adam, daha hayatında sahne denilen yeri görmemiştir.
Kalkar film çevirir…
Zengin adam bu kardeşim… Parası var. Para bu para, boru değil.
Hadi avantür filmler neyse ne… Ama bu körkütük cahil adamlara tarihi film çevirmek iznini neden verirler anlamıyoruz…
Bu gibi adamlara tarihi film çevirtmek, tarihimize yapılabilecek en büyük hakarettir.
*******
SÜRAT FELAKETTİR
Dünyada fazla film çevirme rekoru bizdeymiş…
Tabii, dünyanın en berbat filmlerini çevirme rekoru da bizde…
Yani filmcilik sahasında üstümüze yok. Rekortmen oğlu rekortmeniz.
Nasıl rekortmen olmayız ki?
Baksanıza! Yabancı film yapımcısı düşüncesiyle kadar bizim yerli film yapımcıları 30 adet filmi çeviriveriyorlar bir nefeste…
Sonra gelin de, “Sür’at felakettir” trafik darmımeseline hak vermeyin bakalım!…
]]>