Bu dönüş ve yumuşayış benim çılgıncasına şahlanmış hır suni bir hayli yatıştırmakla beraber, büsbütün gidermemişti. “Seninle tanışmıyoruz ki, benimle şakalaşasın” dedim ve ilâve ettim:
— Kaldı ki ben itoğlu itli hayvanı şakalardan hoşlanmam!
Polis müdürü Ekrem bey —ki şu anda hayatta olup olmadığını bilmiyorum— yerine oturarak bana karşısındaki kol tilki, gösterdi:
— Özür dilerim, buyurun oturun da sizinle biraz konuşalım, Naci Sadullah bey!…
Hah şöyle… Gösterdiği koltuğa yerleştiğim zaman onun benden sorduğu ilk suali, şair Nazım Hikmetle nasıl tanıştığım oldu.
Bu tanışmanın saklanmasına elbette ki hiç lüzum görmediğim -hatta benden soruluşuna şiddetle şaştığım— mali hikâyesini, bu yazılarımın başında da açıkladığım şekilde polis müdürüne anlattım.
Ben o hikâyemi bitirince polis müdürü Ekrem bey — “Ya Şefik Hüsnü’yü nereden tanıdınız?” diye sordu.
Sizlere şu dünyada en sevdiklerimin başları üzerine yemin ederim ki, bu ismi o gün ilk defa polis müdüründen duyuyordum. — Bu isimde hiç kimseyi tanımıyorum! dedim. — Ya Hikmet Kıvılcım’ı? Dedi.
O zaman, yıllarca sonra tesadüfen tanıştığım bu zatın ismi de benim için yüzde yüz meçhuldü.
— Tanımam! dedim.
O, kaşlarını çatarak, kendi aklınca manalı manalı sırıttı.
Ya Kerim Sadi? Onu da mı tanımazsınız?
Değil mi ki adam itoğlu it diye söze başlamış ve sonunda bana: “Siz” diye hitap etmek nezaketinde karar kılmıştı, bu davranış, yüzü okşanınca ağzından lokması alınacak mizaçta olan bende öfke ve isyandan eser bırakmamıştı. Bu yüzden, artık kızmam lazım geldiği halde sükunetle:
— Tanımam! dedim.
O zaman asker polis müdürü yeniden fakat bu sefer sü-künetle ayağa kalktı ve :
— Naci Sadullah bey, dedi siz henüz çok gençsiniz, Şu yazılarınızdan belli ki komünizme kapılmışsınız. Komünizmin ne olduğunu size herhalde kendi işine geldiği şekilde aranızdaki münasebeti tespit etmiş bulunduğumuz Nazım Hikmet anlatmış olacak. Gerçi topluğunuza bağışlayarak bu seferlik cezalandırılmanız yoluna gitmeyeceğiz. Fakat size ağabeyce tavsiyem ayağını denk almanadır. Nazım’la ve ona benzerlerle temas etmeyiniz. Yoksa başınıza çok büyük felaketler gelebilir. Şimdi gidebilirsiniz…
O gün, o odadan, bir kadeh içki içmeden zilzurna sarhoş olmuş gibi çıkmıştım.
Ben komünizmin ne olduğunu bile henüz bilmiyordum benim “Sefaletin Elle Tutulduğu Yerlerde” başlıklı yüzde yüz iyi niyetle ve sadece memleketin yoksul insancıklarına içim sızlayarak yazılmış masum yazıcıklarımın komünizmle nasıl bir ilgisi olabilirdi?
Besbelli ki hiç değilse kendimi polis müdürünün açıkladığı çapta tehlikelere düşmekten koruyabilmek için ben komünizmin ne dernek olduğunu iyice anlamaya mecburdum. Ve bu kanaatime vardığım içindir ki o gün polis müdüriyetinden çıkar çıkmaz yaptığım iş Bab-ı Ali caddesinin başındaki ilk kitaphaneye dalmak ve:
— Sizde komünizm ve sosyalizme dair kaç kitap varsa bana hepsinden birer tane veriniz! demek oldu.
Oradan aldığım Haydar Rifat tercümelerini ve başka bir kaç kitabı pansiyomuma bıraktıktan sonra, soluğu Tüneldeki Fransız kitaphanesinde —Libreri Mondiyal— aldım:
Sizde komünizme, sosyalizme dair Fransızca kaç kitap varsa bana onların hepsinden birer tane veriniz.
Ve onun sonra en az iki ayımın hemen bütün geceleri, sabahlara kadar o kitapları okumakla geçti.
Ve böylece —sanırım ki yanlış sayılmaz— ben komünizmin ve sosyalizmin gerçekte ne olduğunu dolayısıyla polisten öğrenmiş bulunuyordum.
Biçare Nazım, benden bu gerçeği öğrenemeden öldü.
Zira polis müdürünün tahriki ile komünizmi ve sosyalizmi incelemek zorunda kaldıktan sonra Nazım’la aramızda geçen konuşmalarda ona Marks’lardan, Engels’lerden, Föyerbah’lardan ve hatta Kautski’lerden daha bilmem kimlerden bahseder olmuştum.
Kimbilir? İhtimal benim için da içinden:
— Vay kil vay, neler biliyormuş da saklıyormuş! demiş olacaktır!
Ümidim, günün birinde bu olayı kendisine anlatıp onu biraz güldürebilmekti ama ne yaparsınız, kısmet değilmiş.
]]>Gittik bulduk.
Müdüre hanım bizi, rahmetli foto Cemal ile beni, umduğumuzdan aşırı bir nezaketle karşıladı, Biz Amerikan petrol kralı Rockefeller tarafından Türkiye’de kurdurulan bu “Ziyaretçi Hemşireler Okulu” nun bu memlekette ne iş göreceğini öğrenmek istediğinizi açıkladık. Müdüre hanım bize:
— Efendim, dedi, Mister Rockefeller’in verem hastalığına karşı özel bir alerjisi vardır. Türkiye’yi de nedense çok seviyor. O yardım bize, Türk veremlilerine yardım etmemiz için yapmış!
— Yaa! Allah razı olsun… Peki bizim veremlilere nasıl yapılıyor bu yardım?
— Ben size boşuna izahat vermeyeyim diyor. Şimdi birazdan bir ziyaretçi hemşiremiz vazifeye çıkacak, İsterseniz onunla beraber gider, nasıl çalıştığımızı, neler yaptığımızı görürsünüz!
Biz de:
— Hay hay! Deyince müdire hanım zile basıp vazifeye çıkacak olan “Ziyaretçi Hemşire”yi çağırıyor.
Gelen lâcivert üniformalı be yaz bluzlu ve lacivert bonesinin beyaz yuvarlak kırmızı hilalli şeker gibi bir hemşire!
Öyle ki, insanın hiç değilse “Kardeşim” diye sarılacağı gelir!
Biz, müdire hanımın kendisine verdiği izahat ve talimat üzerine, işte bu hemşire ile yola çıktık.
Dünyanın o devirdeki en yüksek arabalarından birine binerek, Edirnekapı’sı dışına gittik.
Elinde ufacık, maroken bir çantacık taşıyan hemşire, “Ziyaretçi Hemşireler Okulu”nun Napolyon kadar şatafatlı giyinmiş resmi şoförüne
— Burada durunuz! Kumandasını verdi.
Ve biz arabadan inip İstanbul’un Bizanslılardan kalma meşhur sur kalıntılarına doğru yürüdük.
Bu; tepeleri dökük dişlere dönmüş sur harabelerinin diplerindeki oyukların kemerimsi metallerine kapı yerine birbirine eklenmiş çuvallardan yapma perdeler çekilerek bir kısım bedbaht vatandaşlarımız tarafından birer “ikametgâh” olarak kullanıldıklarını o gün ilk defa görüyordum.
Kapı vazifesi gören bu çuval perdeleri ardında Bizans’tan kalma sur yıkıntılarının alt inlerinde rutubetli toprak üzerinde yirminci yüzyıl Türkiye’sinin aileleri (!) yaşıyordu.
O zamanın vatman aileleri; biletçi aileleri; posta müvezzi aileleri; işçi aileleri… ve daha bilmem ne aileleri…
Ömrümüzde “ziyaretçi hemşire” olduğu halde bu aileleri ziyaret ettik.
Her girdiğimiz oyuk insan ve insanlık sefaletinin anlatılması hem lüzumsuz hem de imkansız manzaraları ile tıka basa dolu idi.
Girdiğimiz her oyuğun çıplak toprağı üzerinde neden onun altına girdiklerine şaşılacak kadar bitik insancıklar oturuyordu. Bu insancıkların bilmem kaçıncı derece verem olduklarını anlayabilmek için doktor olmaya, derece koymağa, nabız yoklamağa lüzum yoktu. Zira hepsini yiyip bitirmekte olan fizyolojik felaket hiç bir röntgenin göstermeyeceği kadar meydan da idi.
Bizim “Ziyaretçi hemşire” bu tarih harabeleri altında kalmış insan harabelerine; maroken çantasından çıkardığı bazı ilaçlarla bol bol öğütler veriyordu:
— “… Fakat bu ilaçlar yetmez. Sizin açık havada yaşamanız; bol gıda almamış et yumurta meyve yemenin lazım!”
Ben; insanları ihtilallık edecek çapta kudurmuş bir öfkeyi hayatımda ilk defa o oyuklarda bizim öğütleri veren “Ziyaretçi Hemşire”ye dikilmiş gözlerde gördüm.
Nasihatleri dinlerken yediden yetmişe kadar hepsi “Ziyaretei Hemşire” ye de rahmetli foto Cemal’e de bana da fena çok fena bakıyorlardı.
Onlara bakarken kulaklarıma şuuruma ve yüreğime şehrin uzak velvelelerinden vaktiyle kim bilir kaç meydanda dinlemiş olduğum bir takım sloganlar geliyordu:
— “Biz bize benzeriz!
— Birimiz hepimiz için!
— Durmayalım düşeriz!
— İmtiyazsız sınıfsız; kaynaşmış bir kütleyiz!”
O lâflarla benim oyuklarda gördüğüm gerçekler arasında korkunç çelişmeler vardı.
Sefalet belki onunla önlenmeyebilir; fakat onunla alay edemezdi.
Eğer insanların olsaydı; açık havada yaşamak bol gıda almak; et, yumurta, yağ yemek için o insanların o bizim insan insancıklarımızın milyarder Rockefeller’in ziyaretçi hemşiresinden öğüt beklemeye ihtiyaçları mı vardı?
Oyukların dördüncüsünden çıkarken midemde bin bin buruk ve müziç düşün cenin yarattığı asabi bir bulantı belirdi.
Eşsiz güzelliğini artık çoktan görmez olduğum “ziyaretçi hemşire”ye:
— “Biz dedim göreceğimizi gördük. Sizin nasıl bir hizmet ila edeceğinizi de anladık.” Ve elimi uzatarak ilâve ettim:
“Müsaadenizle!” Böylece ayrıldığımız zaman rahmetli foto Cemal:
— “Bravo üstat dedi paçayı iyi kurtardık. O hemşire oralarda daha fazla dolaşırsa onu döverler.”
Matbaaya dönüp “Sefaletin elle tutulduğu yerlerde” başlığı altında hayatımın ilk röportajını yazmaya başlarken ağlıyordum.
Aslında henüz esaslı hiç bir şey öğrenememiş fakat bir takım müthiş gerçekleri anlamıştım. Biz hiç de sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kütle değildik. Bizim birimiz ger çekten hepimiz için değildi. Ve bizim bize benzeyişimizin de övünülebilecek hiç bir tarafı yoktu.
Ve sonra benim bütün hayatımda her şey o yazılar çıkarken oldu.
Ötesini ilerde anlatacağım. O olayların ilki Nazım Hikmet’in beni matbaa da ziyareti idi. Odama gelmiş karşıma dikilmiş:
— “Kalk sana sarılmak seni öpmek istiyorum!” Demişti.
Kendi söylediğine göre pek çok sevmiş o yazıları!
— “Sana ziyafet çekeceğim bu akşam” dedi.
— “Nereye istersen gidelim; ne istersen ne kadar istersen iç bendensin bu akşam” dedi.
Ve Nazım’la uzun uzun oturuşumuz ilk defa o gece oldu.
— “Sen o Reckefeller”in Amerika’da kaç işçinin başını yediğini biliyor musun?” diyordu.
— “Sömürgeci petrol kralının Türkiye’yi de sömürmek için yaptığı sözde beşeri numarayı yutmadığına bayıldım!” diyordu. Ben ise —takdirlerden elbette ki haz duymakla beraber— onun yazılarımı niçin o kadar çok beğendiğini o gece anlayabilmiş değildim.
Fakat sonradan anlayabildiğim bir gerçek var: O gece Nazım benim komünistliğime ben ise onun vatanperverliğine inanmıştım!
(Devamı Var)
]]>O ilk konuştuğumuz günkü gülümser sükûnetiyle cevap verdi:
— Üzülmeye değmez, kavga ya giren elbet yumruk ta yiyecektir!
Arkasından bakarken, içim, cezayı kendim yemişim gibi yanıyordu.
Onun dimdik uzaklaşan vakur siluetini, gözlerimi dolduran yaşlar içinde kaybettim.
Sonradan bana karşı, adını açıklayamayacağım bir milli emniyet şefine benim için bu yüz den: — “O ailemiz için bir lekedir. Assanız da kurtulsak!” diyecek kadar derinden kinlenen halazadem Vecihe Hanımı kaybetmek pahasına Nâzım’ı sevmiştim. Kazandığım dost, kaybettiğim akrabayla kıyaslanamayacak kadar kıymetli idi. Bunun içindir ki, o zaman olduğu gibi bugün de şuna inanıyorum: Kârlı çıkan ben olmuştum.
O ilk mahkûmiyeti süresince, Nâzım’ı 18 ay içinde dört defa ziyaret ettim.
Bu ziyaretleri yapışımın baş sebebi şüphesiz Nâzım’ı daha ilk görüşümden çok cana yakın bir insan bulmuş olmam değildi.
DEREBEYİ TORUNU
Ben bir derebeyi sülâlesinin torunlarından bulunduğumu, sırası gelince daima yazmış, söylemişimdir. Bir derebeyi torunu olmak elbette ki insana iftihar ve gurur duyurabilecek bir meziyet ve mazhariyet değildir. Fakat yine hiç şüphe yok ki, hasbelkader bir derebeyi torunu olarak doğmuş bulunmak o insanın sucu da sayılamaz.
Sonradan nice kitapları okuyup düşündükçe öğrenebildik ki, derebeylik nizamı kendisini yaratmış ve ayakta tutmuş olan meziyet ve hasletleri kaybettiği zaman yıkılmıştır. Tıpkı şimdi devrinin inkılabı sayılmış kapitalizmin kendisini yaratmış ve ayakta tutmuş olan meziyet ve hasletlerini kaybettiği için çatır çatır yıkılmakta bulunduğu gibi…
Kendi hesabına ben, bütün ömrüm boyunca o derebeylik nizamının yıkılmış olan meziyetlerini ve hasletlerini, kendime karakter edinmek çabasını gösterdim: Hem de bu çabayı, bile bile pek çok zararlarını ve cezalarını çeke çeke gösterdim.
Hemen belirteyim ki, bütün ömrüm boyunca öyle davranmış bulunmamdan şimdi zerre kadar pişman değilim. Zira ben çok şükür namuslu ve haklı yolda uğranılan zararların acısını namussuz ve haksız yollar da sağlanılan çeşitli kazançların acı nimetlerinden kat kat zevkli ve lezzetli bulmuş bir mizaç sahibi olanlardanım.
Bence derebeylik nizamının kendisi yıkılınca o nizamı da yıkmış olan başlıca meziyetlerinden biri daima haksızlığa uğramışlardan yana olması idi.
HAKSIZLIĞA UĞRAMIŞLARDAN YANA…
Ben, nice çileler çekmek pahasına bütün ömrüm boyunca hep öyle oldum. Hep haksızlığa uğramışlardan yana!
Nitekim Nazım Hikmet’i ceza evinde ziyarete gidişimde asıl bu yüzdendi. Şuurum ve vicdanım, onun o mahkûmiyetinin haksız verildiğine inandığı için:
Üçdört paket sigara, üçdört kilo meyve ve üç dört satır sözle avutucu lakırdı.
O ziyaretçiklerimde, Nazım Hikmet’e olanca götürebildiklerim bunlardan ibaretti.
O zamanlar —kelimenin gerçek anlamıyla— ne o beni tanıyordu ne de ben onu. Ve bu yüzden, o ziyaretçikler sırasında onunla birbirimize söylenebilecek pek fazla sözümüz olmuyordu.
Fakat o ziyaretçiklerin her sona erişinde, içimde gaddarca çiğnenmiş bir insanlık hak ve hürriyetini kurtaramadığım sevgili bir çocuk gibi, demir parmaklıklar ardında bırakmanın müthiş hicran kalıyordu!
Ben o zamanlar sade komünizmin değil, o doktrini benimseyenlerin hangi muamelelere uğradıklarını da bilmediğini için, kendimce yüzde yüz masum sayılan o ziyaretçiklerin, sonradan bana nelere mal edilebileceğinin farkında değildim.
Şüphesiz -bilmenizde fayda olduğuna inandığım için onları sırası gelince sizlere açıklayacağım.
BARBARLIĞIN DUŞMANI.
Fikre küfürden yumruğa tekmeden sopaya kadar fikirden başka bir silâhla saldıran barbarlığın bütün ömrüm boyunca düşmanı oldum.
Sovyet ihtilalinden sonra, Rusya’da Bolşeviklerin karşısına Menşevikler çıkmıştı.
İktidar Bolşeviklerin, fakat faraza Türkiye’nin Hüseyin Cahitleri, Falih Rıfkıları Peyami Safaları kadar usta, kurnaz olgun ve kaşarlanmış polemik kalemleri Menşeviklerin elinde idi.
Bu gerçekten keskin kalemler, henüz gerçekten uyanmamış bir kitleyi kışkırtan demagojiler yapıyordu.
Onlar karşısında âciz kalan kavgada acemi kalemciklerin genç sahipleri, ihtilalin lideri Lenin’e başvurarak Menşeviklerin zorla susturulmalarını istediler. Ve işte Lenin’in onlara verdiği cevap:
— Bunu yapmak, şüphesiz elimizdedir. Fakat zaferin gerçeğini sağlayabilmenin yolu bu değildir. Sizin onlara bir müddet mağlup olmanız bize bir şey kaybettirmez. Fakat biz, onları fikirle değil de silâhla susturursak çok şeyler kaybederiz. Onun içindir ki, sizden rica ediyorum: Onları kalemle yenecek gibi gözükmeye çalışın. Zira gerçekten kesin zafer ancak o suretle kazanılabilecek olan zaferdir!
Sizin beğenip beğenmemekte elbette serbest bulunduğunuz komünizm doktrini, Sovyet Rusya’ya işte bu öğüdün tutulması ve sonunda genç kalemlerin ustalaşmış ihtiyar kurtlara muzaffer olmaları sayesinde yerleşebildi.
Fikret özgürlük tanımayan yerlerde geçici hâkimiyet barbarlığındır. Ve barbarlık hele yirminci yüzyılda içinde mikrolaşabileceği her toplumu kanlı kanlı batmaya mahkûm kılar.
Bugün dünyanın her medeni memleketinde büyük düşünür ve yazar sayılan, koca Volter – ki yüzde yüz din düşmanı idi- günün birinde kendisiyle gazetelerde tartıştığı bir papaz, tarafından ziyaret edilir. Papaz Volter’e kendisine yazdığı karşılıkları gazeteler tarafından yayınlanmadığından şikâyet eder.
İşte Volter’in cevabı:
— Papaz efendi, bunda benim hiç bir suitaksirim yok. Ben hiç bir gazeteden sizin bana vereceğiniz karşılıkları yayınlanmamasını istemedim. Onların sizin bana yazdığınız karşılıkları yayınlamadıklarını da bilmiyorum. Gerçi sizin fikirlerinizden hiç birisine iştirak etmiyorum, fakat sizin o hiç birisi-ne iştirak etmediğini fikirlerinizi de savunabilmeniz için ömrümün son nefesine kadar mücadele edeceğim.
HESAPLI GADDARLIK
Bizce, gerçekten olgun ve medeni adamın fikir özgürlüğü anlayışı işte budur. Ve işte buna inandığımız içindir ki, biz daha o yasanızda, Nazım Hikmet’e, fikirleri yüzünden reva görülen namussuzcasına hesaplı gaddarlığa tepeden tırnağa düşman olmuştuk, zira sonradan:
“Memleketimi severim,
Çınarlarında kolan vurdum,
Hapishanelerinde yattım,
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı,
Memleketimin şarkıları ve tütünü kadar!”
mısralarını yazmış olan Nazım Hikmet, şüphesiz bu sevgili vatanın haini değil, yüzde yüz aşık idi. Hem de hayatının yirmiden fazla yılını bu memleket için kavga ederek, bu memleketin hapishanelerinde geçirmeği göze alabilecek kadar asıktı!
Herkes komünizme inanıp inanmamakta serbesttir. Ama Nazım Hikmet’in o doktrini, bu millet çoğunluğunun çıkarına uygun bulduğu için, o derece fedakarca benimsediğine inanmak zorundayız.
Bugün dost ve düşman bütün dünyanın inandığı gibi!
Ben, bir derebeyi sülâlesinden geldiğimi söylemiştim.
İlerde bahsini edeceğim çocukluk ve ilk gençliğimin dostu Vala Nurettin’in açıkladığına göre, Nazım Hikmet’in cedleri, paşalar, paşalar, paşalarla doludur. Büyük dedesi Nazım Paşa, Cumhuriyetten sonra da özbeöz dayısı Ali Fuad Cebesoy Paşa.
Kesin olarak pek bilmiyorum ama şimdi galiba şuuraltı bir gurur duyarak açıklıyorum ki, bir derebeyi sülalesinden, bir paşalar, aristokratlar, burjuvalar sülâlesinden gelip de, halkı benimsetenin, halka karışmanın, halk kavgasına ömür adamını halkın içinden çıkıp da halkçı olmak kadar tabii sayılabilecek bir ayrı şerefi ve bir özelliği vardır.
Ben bu yüzden o zaman Nazım Hikmet’te, galiba hiç farkında olmadan biraz da kendimi sevmiştim.
Zira Nâzıma o zaman ve daha sonra cezaevlerinde hep halk için yatmıştır!
İnanışlarının yanlış olması ihtimali bile, davranışı o emsalsiz mertliğinden hiç bir şey eksiltemez!
Ondan sonra, çok şükür ben de epeyce yattım!
Uğurunda yattıklarımızın hep si, sevgili Türk Milletine hela olsun.
Yatanlar olmazsa, kalkınmak için hiç kimse gerçekten uyanamıyor!
İstemeyerek, fakat ister istemez sözü biraz uzattıktan sonra, gelelim gene Nâzım Hikmet’e…
Hapishaneden çıkışından sonra, uzun müddet, ne o beni aradı, ne de ben onu!
O sırada çalıştığım Son Posta gazetesi benden röportajlar yazmamı istiyordu.
Ben o zamanlar, komünizmin ve sosyalizmin olduğu gibi sonradan aşırı teveccühkârlarca kralı sayıldığım röportajın da ne demek olduğunu bilmiyordum.
İsteyenlere, “Bilmiyorum!” demektense, Fransız gazetelerinde çıkan röportajları incelemekte karar kıldım.
O sırada, bizim gazetelerden birisi Amerika’nın ünlü petrol krallarından Rockefeller’in İstanbul’da bir “Ziyaretçi Hemşireler” okulu açılması için elli bin dolarlık bir bağışta bulunduğunu bildiriyordu.
Elli bin dolar!
Bugünün rayicine göre, beş milyon lira miktarında bir büyükçe para bu!
Amerika nire, Türkiye nire o zaman?
O Amerikalı petrol milyarderi Rockefeller bu kadar parayı durup dururken bize acaba neden verir? Sonra, acaba ne iş görecektir Türkiye’de, “Ziyaretçi Hemşireler Okulu?”
Değil mi ki bizden röportaj istiyorlar ve değil mi ki Fransız gazetelerini okuya okuya röportajın ne demek olduğu hakkında iyi kötü bir bilgi sahibi olmuşuz, o halde: “Gidelim, görelim okulu!” dedik.
(Devamı Var)
]]>Ve sonra sert bir keskin burun. İrade timsali bir keskin çene.
Her çizgisiyle mert bir yüzde bir erkek çehresi.
Pırıl pırıl mavi gözlerdeki masum bakışlar, en çok on yaşında birer çocuk çağında,
— Nazım Hikmet Bey siz misiniz? diyorum.
— Benim! Buyurun? Bir emriniz mi var? diyor.
Süreyya Paşa hakkında yazdığı şiir isimli hicvi önüne atıyorum.
— Bunu siz mi yazdınız?
O, sakin ve gülümser, benim bu soruma bir soru ile cevap veriyor:
— Size Nazım Hikmet’in ben olduğumu söylememiş miydim?
Ben artık oraya gittiğim zamanki gibi gerçekten öfkeli değildim. Buna rağmen birdenbire büsbütün ric’at etmiş olmamak için zoraki bir hırsla soruyorum:
— Peki, bunu niçin, nasıl yazdınız?
O yine sakin ve gülümser, cevap veriyor:
— İçimden geldiği gibi yazdım!
Ve bana masanın karşısındaki koltuğu gösteriyor:
— Oturmaz mısınız?
Kararsız, gösterdiği yere oturuyorum, O ayni mütebessim sükûnetle:
Yanılmıyorsam, diyor, siz Süreyya Paşa’nın yakınlarındansınız. Buraya da beni dövmeye geldiniz… Eğer adam dövmenin bir meseleyi halledebileceğine inanıyorsanız, buyurun, dilediğiniz gibi dilediğiniz kadar vurun ve sonra rahat rahat çıkıp gidin. Yok, öyle değil de bana da eserini savunmak hakkını tanıyabilirseniz, sizinle konuşa bilirim!
Artık büsbütün geçmiş bir öfkeyle, hatta biraz da yapmak istediğim barbarca işle küçülmüş görülmekten doğan bir utançla cevap veriyorum:
— Buyurun, sizi dinliyorum!
O, hiç değişmeyen gülümser sükûnet ile soruyor:
— Sizin babanız hayatta mı?
— Hayır!
— Severdiniz, değil mi?
— Elbette!
— Onu, ölüm döşeğinde beş lira gibi sefil bir paranın haksız hesabını sorarak ölümüne sebebiyet verebilecek kadar şiddetle incitmiş olsalardı, bunu yapanlara rahmet mi okurdunuz?
— Okumazdım elbette…
— Onlara, hiç değilse içinizden sövmez miydiniz?
— Söverdim elbet…
— Ee, o halde, ayni işi yaptığım için bana neden kızıyorsunuz?
Onun mavi gözleri gibi benimkiler de nemlenmişti. Gayri ihtiyari “özür dilerim, dedim, durumu bilmiyordum.”
O:
— Bir şey içmez misiniz: diye sorunca, ayağa kalktım:
— Teşekkür ederim, inşallah başka bir gün gelir, bir kahvenizi içerim. Şimdi müsaadenizi rica ediyorum! Ben böyle diyerek elimi uza tınca o da tuttu ve gülerek:
— Gördünüz ya, anlaşmak dövüşmekten tatlı oluyor. Tekrar gelme sözünüzde duracaksınız değil mi?
Elimi çekerken gülerek cevap verdim:
— Geleceğim!
***
Süreyya Paşa o yazısından dolayı Nazım’dan davacı olmuştu.
Nazım’ı ikinci görüşüm onun bu davasında oldu:
Avukatlığını rahmetli İrfan Emin yapıyordu. Uzun ve gerçekten nefis savunmasını bitirirken söylediği şu sözleri unu tamam:
— Şimdi karar sizindir. Şayet Osmanlı İmparatorluğu’nun seraskerine sevgili Türk Milleti adına sövdüğü için Cumhuriyet Türkiye’sinin namuslu şairini mahkûm edecekseniz, size ne demek lâzım geleceğinin takdirini insaf ve iz’an erbabına bırakıyorum.
Şimdi insan ve iz’an erbabı olarak, sizin ne diyeceğinizi bilemem. Fakat açıklamaya mecburum ki, mahkemenin kararı, Nazım Hikmet’e 18 ay hapis cezası vermek oldu.
Nâzım’ın ilk mahkûmiyeti galiba budur. Mahkeme kapısında, gönlümce protesto ettiğim bu karar için kendisine:
(DEVAM EDECEK)
ÖZÜR: Geçen sayımızda, Süreyya Paşa ile ilgili olarak, üçüncü sütunda Nâzım Hikmet’in söylediği sözlerde: “Senin baban Osmanlı İmparatorluğu’nun hırsız seraskeri…” ibaresi geçmiştir. Yazının esas metni eski Türkçe ile yazılmış olduğu için, bu ibaredeki “HAYIRSIZ” kelimesi, “hırsız” ile ayni şekilde yazıldığından “HAYIRSIZ” sözü sehven “hırsız” olarak çıkmıştır Durumu açıklar özür dileriz.
]]>
Sevgili dostum rahmetli Aka Gündüz’ün “Giderayak” isimli romanında: “Dünya durdukça yaşayacak ve anışacak çapta eserler yaratmış olan Nazım Hikmet’i, hapse atsalar değil, assalar değil, kuşbaşı kuşbaşı doğrasalar bile öldüremezler” diye bir cümlesi vardır ki, insanların tâ Başbakanlık mertebesine kadar nasılsa yükselebildikleri halde ahmak kalmış olanların kavrayamadıkları önemli gerçeklerden birini haykırıyordu.
Bu basit gerçek, insanların sahiden büyük sayılabilenlerinin ölümsüz olduklarıdır. Nitekim vaktiyle Hazreti Ömer’in ölüsü başında sessiz sessiz ağlarken Ebubekir işte aynen şöyle demiş: “Sen ikinci defa ölmezsin!”
Şüphesiz insanların ikinci defa ölmeyecek kadar büyük olabilmeleri için peygamber olmaları şart değildir. Nitekim birer peygamber olmadıkları halde, Fatih’ten Atatürk’e, Galile’den Kristof Kolomb’a, Newton’dan Edison’a, Markoni’den Ford’a, Dante’den Hugo’ya, Rousseau’dan Shakespeare’e kadar her milletten saymakla bitmeyecek kadar nice bahtiyar insanlar o anlamda ölümsüzdürler. Ve şüphesiz büyük bedbaht Nazım Hikmet de bu büyük bahtiyarlardan biridir.
Gerçi bugün onun anılışını çekemeyen budalalar yok değildir. Fakat öylelerinin uyandırılması imkânsız o biçare kafaları yürüyen kervanın ardından havlayan köpeklerinki kadardır. Ve öyleleri ancak, geçip giden trenlerin gölgelerini çiğnemekle kalırlar!
Ben şimdi Nazım Hikmet’i konu edinirken, ne son ayların modasına uymuş bir snob ne de Nazım Hikmet ticaretine davranmış bir bezirgân değilim.
Yazdıklarım okunacağı zaman görülecektir ki, ben Nazım’la şiirleri kadar büyük dostluğunu —o dostluğun hapis tehlikesi olduğu yıllarda— başından sonuna kadar, bütün yıldırımların üstüme çeke çeke gurur ve şerefle taşıdım.
Gaddarca bir suikasta kurban giden gerçekten büyük yazarının sevgili Sabahaddin Ali: “Ben Nazım Hikmet’le ayni asırda yaşamış olmakla müftehirim!”, derdi. Ve Nazım’ın büyüklüğünün gerçek çapı işte aynen buydu!
Rahmetli Peyami Safa beni devrin iktidarına her jurnal etmek isteyişinde: “Nazım Hikmet’in en yakın dostu! Terimini kullanırdı. Ben bunu her okuyuşumda korkumdan değil, fakat utancımdan yalanlamak ihtiyacını duyardım! Zira çok şükür kendimi Nazım’ın beni dostlarının en yakını saydığına inanacak kadar büyük görebilecek derecede budala değildim.
Buna rağmen açıklayabilirim ki, Nazım’la dostluğum bana iftihar duyurabilecek kadar derin olmuş, uzun sürmüştür.
Ben, bu dostluğun bir gün nasılsa yayınlanacağından emin bulunduğum anılarını bundan yıllarca evvel yazmıştım.
Gerçi bu anıların ben yaşarken yayınlanabileceklerinden emin değildim. Fakat şartlar benim umduğumdan çok evvel elverişli oluyordu.
Ve böyle olup da dostların ısrarları karşısında bunalınca, ben de üzerlerinde bazı zaruri değiştirmeler yaparak çoktan yazılmış o anıları yayınlamakta karar kılıyorum.
Ancak, dosta da, düşmana da hemen bildireyim ki, bu anıları yayınlamamın amacı Nazım Hikmet’i körü körüne överek putlaştırmak değildir.
Benim amacım, Nazım’ın portresini, kusurları ve meziyetleriyle, elimden geldiği kadar “doğru” çizebilmektir. Gerçi kusurlu taraflarını belirttiğim zaman hayranlarını ve meziyetlerini ortaya koyduğum zaman düşmanlarını çileden çıkaracağımı bilmiyor değilim. Fakat ben, bütün ömrü boyunca bu çeşit küçük tasalara gerçeklerin zerresini bile feda edememiş bir prensip kalemi taşımaktayım. Bunun içindir ki, konu edindiğim portreyi bir objektif sadakatiyle çizerken dost sitemlerini de düşman küfürlerini de sonsuz toleransla göze almış bulunmaktayım.
O tolerans ki, nice manevi medeniyetin tamamı demektir, yazacaklarımı okurken dostların da, düşmanların da ondan mümkün mertebe nasibli olmalarını dilerim.
Bu noktaları böylece belirttikten sonra sıra, parça parça yazılmış o anıların yayınlanmasına neresinden başlanacağının tespitine geliyor.
O zaman hafızam beni, 1952 yılının bir olayına götürüyor.
Bir askeri mahkeme tarafından komünist partisi liderlerinden sayılarak tevkif olunmuştum.
İdamımı isteyenlerin aylarca süren istintakları sırasında bana sorulan yüzlerce soru içinde Nazım’la dostluğuma ve münasebetlerime müteallik olanlar da var.
İleride, sırası gelince, onlardan bir kısmını konumuzla cevaplarıyla birlikte sizlere de açıklayacağım.
Hikâyesi çok uzun olan o mevkufiyetim, aylarca sonra beraatımla sona erdi.
O zaman benden Nazım Hikmet hakkında sorulan ilk sual işte aynen şu olmuştu: “Onunla ne zaman nasıl tanıştınız?”
Demek ki, akla gelen ilk sual bu oluyor.
Eğer Nazım’la tanışmamızın gerçekten ilgiye layık bir hikâyesi olmasaydı, ona ait anılarımı yayınlamaya -adeta askeri mahkemeye hesap verir gibi- bu sorunun cevabını vermekten başlamazdım.
Fakat okumak zahmetine katlanınca göreceksiniz onunla tanışmamız, gerçekten enteresan olmuştu.
Müsaadenizle anlatayım:
Ancak, durumun layıkıyla anlaşılabilmesi için benim sizlere mutlaka açıklamam lâzım gelen bazı noktalar var.
Olayın geçtiği 1925 yılında Nazım Hikmet rahmetli Süreyya Paşa’ya hitap eden bir şiir yayınlamış! Şiir değil de serbest nazımla yazılmış okkalı bir hicivdi bu. Özet olarak:
“-Senin baban Osmanlı İmparatorluğunun hırsız seraskeri, benim babam ise çalıp çırpmamış bir namuslu devlet memuru idi. Kader babamı, senin babadan kalma çalınmış servetle yaptığın sinemaya -Süreyya Paşa sineması- idare müdürü eylemiş.
Babam ağır hasta olarak yatağında kıvranırken, ölümünden bir saat evvel, sen onun burnuna gözlüğünü takıp kara defterleri sürerek açık görünen beş papelin hesabını sormuşsun.
Beş papelin!
Şimdi senin serasker peder ölmüş. Benim babam da öldü, Seninle karşı karşıya kaldık, iki meşhur adam. Benim ve senin nelerimizle meşhur olduğumuz malum. Benim şimdi sana bir şamar borcum var. Hazır ol atıyorum!” diyor ve sonra küfrün daniskasını şiirin süsüne bürüyüp yıkasıya ver yansın ediyor.
Bitmiş Süreyya Paşa!
Korkunç satırların kamçısı altında yerden yere vurulmuş!
Benim halazadem, Süreyya Paşa’nın gelini.
Paşa babasını mı, yoksa sonsuz bir servetin varisi olan paşa babasına yaltaklanmasını mı severdi?
Bilemem!
Fakat o hicvi okuyunca, çok üzülmüş görünüyor!
Bana gelince, o tarihte komünizm, sosyalizm hakkında hiç bir şey bilmiyorum.
Baş merakım spor.
Futbol oynuyorum. Basketbol, voleybol, tenis oynuyorum. Boksa, güreşe çalışıyorum, denize giriyorum. Kravl demiyor, Armstrong demiyor, yüzüyorum. Bahse girip koca iskambil paketini yırtıyorum. Hülasa, evlere şenlik, gerçekten müstesna bir kuvvetim var!
Şiire gelince, o alandaki zevkim yüzde yüz “eskici”! Nedim, sanki hafızaya yerleştirmeye değermiş gibi, hemen hemen baştanbaşa ezberimde. Nef’iye âşık, Baki’ye hayranım. Sonradan bütün yazdıklarını hicvettiğim “Fuzuli”yi andıkları zaman zikri geçen bir peygambermiş de ben de kulu kölesi imişim gibi, heyecanla titriyorum.
Nazım’ın komünistliğine bir dediğim yok, zira dediğim gibi komünizmin ne olduğunu bilmiyorum ama, daha o yaşta nasılsa gelişmiş toleransımla o bilmediğim fikrin benimsenmesini de pek tabii buluyorum.
Komünizm hakkında hiç bir şey bilmediğim halde “komünizmde din yoktur, vatan yoktur, millet yoktur, aile yoktur!” diyenlere inanmıyorum. Zira o sırada, dünyanın bir köşesinde adına komünizm denilen doktrini kabul etmiş milyonlarca insan var. “Din olmasa millet olmasa, vatan olmasa, aile olmasa, o kadar insan o davayı benimser mi?” diye düşünüyorum.
Fakat bana Nazım Hikmet’in komünistliği değil de şiir diye yazdıkları batıyor:
“Trum, trum, trum,
trak tiki tak,
makinalaşmak istiyorum!
Beynimden, etimden,
İskeletimden geliyor bu…
Her dinamoyu altıma almak
için çıldırıyorum!
Makinalaşmak istiyorum!”
Bunlar, benim o zamanki şiir anlayış ve zevkimi -haşâ huzurdan- katır gibi tepen satırlar!
Beni ona ve dâvasına düşman etmek isteyenler, tiksindireceklerinden emin olarak, bana onun hep bu satırlarım okumuşlar:
“Trum, trum, trum,
trak tiki tak!”
Haydi canım siz de! Böyle şiir mi olur?
Komünizmin ne olduğunu bilmem ama, benim bildiğime göre, ne bu satırlar bir şiirdir nede o bir şair!
Ve sonra bu adam, ne ister o Süreyya Paşa’dan? Komünizm komünizm dedikleri şey, şahıslarla uğraşmak ve onlara küfretmek, onlara hakaret etmek midir?
Hayır, bir şair olmadıktan başka, aşağılık bir adam bu Nazım Hikmet!
Ben onu bulup, kendisinden yediği haltın hesabını soracağım!
Onun zavallı Vecihe’ye bu kadar ıstırap çektirmeğe hakkı var mı?
Dâva mı bu? Fikir o küfrün neresinde?
Bu arada şunu da bildireyim ki, fiziki kudretinin o çağdaki müstesna şiddetine rağmen, hiç kimseye karşı mütecaviz olmadım. Uğradığım taarruzlar karşısında, sırtım duvara dayanıncaya kadar ric’at ettim. Ve yumruklarımı kullanmam, her zaman başka hiç bir çarem kalmayınca olmuştur!
Ama bence Nazım, dayağı hak etmişti. Ve onu dövecektim.
Sonradan içinde bir ömür tükettiğim Bâb-ı Ali Caddesine ilk girişim, bu maksatla Nazım’ı aramak için olmuştu!
Onu ararken, karşıma çok sert bir dövüşçü çıkacağını tasavvur ediyordum:
“Ben ki tel kelepçeyi,
altın bir bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmiği sabunlu iplerin önünde
kıllı, kara ensemi kaşımışım…”
demiş olan adamdı bu.
Ve demek ki karşılaşacağım adamda ense de, yürek de, bilek te yerinde olacaktı!
Araya sora, onun adresini o zamanın en çok satışlı dergisi olan “Resimli Ay”ın, şimdi çoktan yıkılmış bulunan matbaası olarak buldum.
Matbaada:
– “İşte, bu odadadır!” diye gösterdikleri yerin kapısını vurarak açtım. Ve O yalnız odada Nazım’la ilk defa göz göze geldik!
Fakat bu göz göze geliş, benim pazumla beraber içimde o ana kadar şahlanmış olan hırsı da söndürmüştü.
Zira karşımda, o ana kadar görmediğim derecede sevimli ve güzel bir adam duruyordu. Gerçekten sevimli ve gerçekten güzel bir adam!
Olanca yüz çizgileri şiddetle erkek ve olanca yüz renkleri şiddetle dişi bir mitolojik Makedonyalı!
Kırmızı denilebilecek kadar kızıl sarı ve en usta berberin beceremeyeceği kadar nefis kıvrılmış saçlar… Bembeyaz, pespenbe ve ancak duvak giymemiş bir genç kızda bulunabilecek kadar bâkir bir ten. Boyanmış gibi canlı kırmızı dudaklar.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU… DEVAMI VAR…
]]>