Ucuz Tarih http://www.ucuztarih.com Sun, 17 May 2020 12:08:51 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.4.1 1910 İSTANBUL’DA HIDIRELLEZ | Kağıthane Safaları http://www.ucuztarih.com/acayip/1910-istanbulda-hidirellez-kagithane-safalari/ http://www.ucuztarih.com/acayip/1910-istanbulda-hidirellez-kagithane-safalari/#respond Sun, 17 May 2020 12:08:51 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8688 Dediler ki:
-Kâğıthane’yi görme, güneş parıl parıl. Göz kamaştırıcı, coşkun ve taşkın bir aydınlık bütün kırlara sarıldı. Kır çiçekleri filiz vereli günler oldu. Katırtırnakları fışkırıyor, fulyalar serpiliyor, her taraf yeşil, her taraf koku, her köşe renk ve şiir içinde. Hele kelebekler daldan dala, çiçekten çiçeğe koşuşuyor.
Dere kenarında çingene kızları türkü çağırarak geziyorlar.
Bülbülleri mi soruyorsun?
Bu sene sayısız onlar. Hele ötüşleri, dem çekişleri insanı çıldırtacak kadar şen ve içli.
Beyoğlu’nun rakı ve balık kokan sokaklarında havasızlıktan çürüyeceksin, biraz da kırlara çık, gez, dolaş!..
Yetmez mi bu itikâf…
Demek bahar gelmiş?
Ne kadar da erken!.
Daha dün kırlar sessiz, güneşsiz ve lekesizdi. Daha dün sırtımızda palto, titreyerek dolaşıyorduk.
Ne çabuk bol bir aydınlık içinde yatan çiçeklerin göğsünde böcekler seslenmeğe, şarkı söylemeğe başladı.
Loş, kuytu, serin ağaç altlarında yatan gölgeler var demek.
Bahar mı gelmiş?
Kızıl dudaklı, genç kız ruhlu bahar…
Yine her zamanki gibi bin bir renk içinde, her zamanki kadar ihtişamlı, vakur, baştan aşağıya kadar süslü olarak karşımızda gülümsedi demek.
Bahar, bahar, İstanbul’un baharı!..
Bol ve bayıltıcı kokularla dolu, havai, aşüfte meşrep bir kadın odası gibidir İstanbul’un baharı.
Süste, renkte, kokuda israf taşan bir oda.
Burada her şey vardır Zevk, kahkaha, gürültü, eğlence, sükûnet, saz, neşe ve nihayet:
Öpücük!..
İstanbul’un baharı!.. Arzu, şehvet, temellük taşan güzel gözlerde ihtiras gibidir. Bunlar o kadar birbirine bakar, birbirine kuvvet, kudret, mana, azamet, zevk ve iştiha verir.
………………………………………….
…………………………………………
Haliçte beyaz geceler mi başladı?
Sahiller şarkı sesleriyle mi inliyor?
Kâğıthane’ye bahar mı geldi?

Eskiden, yirmi beş, otuz sene evvel, baharın geldiğini marttan anlardık.
Martın ilk gecesi, İstanbul’un Hristiyan mahallelerinde bir gürültü, bir patırtı başlar, sokaklar: -Şangır, şungur!..
Sesleriyle çınlar dururdu.
Evlerde çatlak, kulpu kırık, patlak, ağzı bıdık, büyük küçük ne kadar kâse, çanak, tabak, çömlek, küp, testi, kavanoz, fincan varsa hepsini:
-Mart içeri, pire dışarı!..
Diye pencereden, kapıdan sokağa atarlar, gecenin sükunu içinde:
-Çat, pat!..
Sesleri derin akisler bırakırdı.
-Mart için darbı mesel halini almış manidar sözlerimiz vardı:
-Mart dokuzu, salıver öküzü!..
Kavanoz, küp, tabak, çanak kırma şenliğinden sonra, bahar müjdecisi leyleklerdi İstanbul’da.
Eski takvimlerimizin (âmedeni lâklâk) diye yazdıkları leyleklerin gelişi İstanbul için bir mevsim başlangıcı idi.
Kıştan bahara giriş günüydü bu.
O gün (Silivri kapısı), (Eyüp), (Edirnekapısı), (Eğrikapı) dışarısına çıkılır, kırlarda dolaşılır, gözler havada gelen ve yahut gelecek ilk leyleğin, yolda gelirken gagasına taktığı herhangi bir maddenin rengine, biçimine bakılırdı.
Leyleğin ağzında kırmızı bir şey varsa:
-Doğum yılı!..
Diye tefeül edilir, ağzındaki bir çöpse:
-Ekmeği çok ucuz yiyeceğiz, bu sene bolluk var!
Denirdi.
Bilmem bu sene çanak çömlek kıranlar, kırlarda leyleklerin yolunu bekleyenler oldu mu?
Şimdi nasıldır bilmem? Fakat yirmi beş, otuz sene evvel Kâğıthane âlemlerine, dere eğlencelerine doyum olmazdı.
Ne güzel, ne enfes bir dekor içinde başlardı Haliçte bahar… O zamanlar, Halicin iki tarafı mamur, tepeleri ağaçlarla süslü bir güzergâhtı. Ağaçların dalları Haliç’in bulanık suları üzerinde akisler bırakır, yamaçlar zarif kır çiçekleriyle bezenirdi. Bin bir diyarı dolaşarak gelen avare ve şair rüzgâr, Haliç kıyılarından, Kâğıthane sırtlarından topladığı katırtırnaklarının, fulyalarının, zerrelerin kokularını yine o bin bir diyara götürürdü.
Kâğıthane’ye doğru uzanan iki sahilde zarif köşkler, minimini evcikler vardı. Hele bahçeler, bir güzellik şehriydi; mavi salkımlar, pembe güller, laleler, menekşeler, çeşit çeşit, renk renk çiçekler kalbe ferahlık verir, gözleri daimi bir yeşillik ve güzellik içinde bırakır, şenlendirirdi.
Kâğıthane deresi neşeli, neşeli akar, zurnalar, dümbelekler, davullar, darbuka ve zilli maşalar önde, mavi, kırmızı yeldirmelerinin etekleriyle uçuyormuş gibi yürüyen, kâh eller belde, kâh oynaya oynaya, göbek kıvıra kıvıra ilerleyen bakır renginde, esmere yakın, kapkara, boy boy, biçim biçim, kara gözlü, karakaşlı çingene kadınları çayırlara dökülürlerdi.
Küçük çocuklar Arnavut kağıthelvacının, büyük kazanı önünde iskemlesini atmış, şişman, göğsü açık, güneşten kararmış iri aşuresiyle;
-Çayır peyniriyle, sıcak sıcak!
Diye haykıran peynirli pideci boyalı bıyıklı acemin etrafından ayrılmazlardı.
Türki türlü renkte çarşaf, yeldirme giymiş, ağır başlı, şuh, fettan kadınlar çayırlarda gezer, dere kenarlarında eğlenir, büyük bir neşe içinde yemeklerini yerlerdi.
O zamanın sivri kalıp fesli, perçemli. sustalı bıyıklı, boyunlarında renk renk ipekli mendiller taşan bir sürü erkekler, Bolulu ahçılar, kunduracı çırakları, yaverler, kalem efendileri göz süzerek hafif tertip aşıkdaşlık yaparlardı.
Buranın kendine mahsus esrarlı bir hali, sergüzeştleri, maceraları, aşkları, belli edilemeyen, kıskançlıkları, yarım bir bakışla ifade edilen prestişleri, senelerden beri emelsiz, ümitsiz, gayesiz devam eden plâtonik büyük aşkları vardı.
O zamanlar Haliçte, Kağıthanede yapılan saz âlemleri pek meşhurdu. Halk sazla eğlenir, Halicin mehtaplı gecelerinde hülya gözlü genç kız sazla oynatılır, ihtiyar kapıcı sazla coşardı.
Saz sandallarının arkasına yüzlerce ve yüzlerce sandal, kayık, kik takılır, kıvrak ve seyyal nağmeler, Halicin sularında, gümüş yapraklı söğütlerin gölgelendirdiği dere kenarlarında sonsuz akisler bırakırdı.
Saz, o zamanlar anlaşılmaz bir teselli idi.
Kâğıthane dönüşü büsbütün başka bir âlemdi: Kırmızı kadifeden döşemesiyle kenarları zırhlı piyadeler, kikler, iki çifte, üç çifte sandallar, pazar kayıklar’ Kâğıthane ağzından başlayarak, Karaağaç, Sütlüceye doğru adeta girift olmuş, ne ileri, ne de geri gidilemezdi. Sandaldan sandala, kayıktan kayığa atlayarak, bir yakadan diğer yakaya geçilebilirdi.
Bir mektup alıp verebilmek için, bütün yaz müsait bir fırsat kollayan, hilâli gömlekli, kar gibi beyaz şalvarlı, beyaz tire çoraplı, arkasına şöyle rastgele atılmış mor kadifeden sırma işlemeli, kısa cepkenli hamlacıların kürek çektikleri sandalların arkasından takip eden, ilk fırsatta borda bordaya yanaşıp mektup fırlatan, eflâtun şemsiyenin ufak bir hareketi, dudakların neşeli bir bükülüşü için can veren sayısız gençler vardı.
Bu saz ve söz, hay ve huy arasında, hokkabazlar, sandallar içinde tuhaflıklar, hünerler, zurna muhavereleri yaparlardı. Uzun külâhlı, sarı sakallı (Portakal oğlu) elindeki zurnayı öttürmek istedikçe ustası bin bir lafı bularak mâni olurdu. Nihayet palyaço bir fırsatını bularak zurnayı ağzına götürür, üfler, fakat üfler üflemez yüzü gözü, saçı sakalı bembeyaz un içinde kalırdı.
Haliçte sabah bir türlü güzel, akşam ve gece başka türlü güzeldi. Sabah olunca üstüne çiy düşen çiçekler pırıl pırıl parlar, sayısız kuşlar uykudan yeni uyanan mahmur çocuklar gibi şen, şakrak cıvıldaşırdı.
Akşam olunca her tarafa tatlı bir ahenk çökerdi. Etrafta kurbağaların taze sesleri yükselir, halecanlı bir şiir ve sükün her yeri kaplardı.
Ay yükseldikçe, mavi ve pırıltılı gökyüzünde fırça ile boyanmış gibi belirir, ince dallar mavi atlas üzerine atılmış siyah dantelâlar kadar göz kamaştıran bir şekil alırdı.
Ay, göklerin süsü, parlak böcekler yerlerin kandiliydi!
Acaba Kâğıthane yine öyle mi akıyor, yeşil söğütler sularını öpüyor mu? Çayırda kuzular meliyor, kırlarda çocuklar koşuyor, kuytu ağaç diplerinde sevgililer birbirini görüp titriyor mu?..
Haliç nasıl? Bahariye sahillerinde yeldirmeli, başötülü, saçı kınalı kadınlar, çimenlere, çakıl taşları üzerine serilmiş bir seccadeye bağdaş kurmuş, gelip geçeni seyrediyor, oya örüyor mu?..
Püskülsüz kara fesine bir mor salkım takıp türkü çağıra çağıra göbek atan, (çiftetelli) oynayan genç külhanbeyler sandallarda gözüküyor mu?
Kayıklardan, sandallardan mürekkep bir filo, bütün Halici kaplamış bir halde mi?
Tepeleri katırtırnağı taçlı, saz külahlı çingene çocukları, ellerini koltuklarının altına sokup:
-Hampırrrr!..
Diye bağrışıyorlar mı?..
………………………………………….
………………………………………….
Bahar böyle mi geldi?
Bahar bunlarsız mı geldi?
Münir Süleyman Çapan

]]>
http://www.ucuztarih.com/acayip/1910-istanbulda-hidirellez-kagithane-safalari/feed/ 0
HERKESİN BİR DJ’İ VAR Mustafa Sandal, Romina, Serdar Ortaç, Şekeroğlan ve dahası… http://www.ucuztarih.com/magazin/herkesin-bir-dji-var-mustafa-sandal-romina-serdar-ortac-sekeroglan-ve-dahasi/ http://www.ucuztarih.com/magazin/herkesin-bir-dji-var-mustafa-sandal-romina-serdar-ortac-sekeroglan-ve-dahasi/#respond Tue, 12 May 2020 15:06:02 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8682 Mart 1993… Özel radyolar yeni yeni yaygınlaşmaya başlamış. “Herkesin bir DJ’i var” manşeti altında tanıdık yüzler görüyoruz. Mustafa Sandal ve Serdar Ortaç henüz “yaz aylarına damga” vurmaya başlamamış ama yakındır. Türk pop müziği kendini göstereli henüz 2 yıl olmuşken bu iki dj, havayı koklayabilecekleri en iyi yerde, mikrofon başındalar. Bir avantajları daha var; Gelişkin birer kayıt stüdyosu kadar olmasa da radyolarının prodüksiyon odaları yakaladıkları boşlukta demo yapmaya müsait. Şekeroğlan, Romina ve Beter yine buradan efsaneleşecek isimler arasında. Şekeroğlan ve Romina iki yıla kalmadan Radyo D’nin yıldızları olacak. Artık Radyo D yok gibi bir şey ama bu isimler eski dinleyicilerinin anılarında hala birer yıldız.

Bu sayfalara dönelim; Birden bire ortaya çıkan o özgürlük ve kendini ifade rüzgarı bir anda dikkatleri çekmişti. Tansu Çiller hükümeti döneminde, bu sayfaların basımından yaklaşık bir yıl sonra ulaştırma bakanlığı tüm özel radyolar için kapatma kararı almıştı. Tabi burada gördüğünüz arkadaşlar ve çok daha fazlası ateşi çoktan yakmıştı artık. Söndürmek mümkün değildi. Binlerce araç siyah kurdelelerle trafikteydi. Sadece iki ay sonra dinleyici radyolarına ve dj’lerine kavuşmuştu. Peki “Radyolar nasıl yasaklanır?” ya da “Araçlarda ne anteni?” diye soranlar varsa o da başka bir hikaye olsun.

]]>
http://www.ucuztarih.com/magazin/herkesin-bir-dji-var-mustafa-sandal-romina-serdar-ortac-sekeroglan-ve-dahasi/feed/ 0
1 NİSAN: İŞTE BÜYÜK BİR YALANIN GERÇEK HİKAYESİ http://www.ucuztarih.com/acayip/1-nisan-iste-buyuk-bir-yalanin-gercek-hikayesi/ http://www.ucuztarih.com/acayip/1-nisan-iste-buyuk-bir-yalanin-gercek-hikayesi/#respond Wed, 01 Apr 2020 06:08:45 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=6796 BÜYÜK BİR YALANIN GERÇEK HİKÂYESİ: 1 NİSAN
YAZAN: BEDİRHAN ÇINAR. PAZAR, 1964
ON SEKİZ yaşına yeni basmış genç kız, sabahın erken saatlerinde kendisinden beş yaş kadar büyük olan ağabeyinin yatak odasına heyecanla girdi ve:
— Kalk ağabey, diye bağırdı. Yatacak zaman değil.
— Ne oldu ki?
— Felaket… Namık Beylerin evi dün gece içindekilerle birlikte yanmış. Kimse kurtulmamış.
— Sevim… Sevim de yanmış mı?
— Evet… Maalesef…
Namık Bey, genç adamın müstakbel kayınpederi, Sevinç de nişanlısıydı. Bu kötü haberin müjdecisi odadan henüz çıkmıştı ki bir tabanca patladı. Sevdiği kızın yanarak öldüğünü öğrenmiş bulunan delikanlı, birden asabi bir buhrana kapılmış ve tabancasının namlusunu kalbine dayayarak tetiğe dokunmuştu.
Silah sesini işitmiş olan genç kız, deli gibi biraz önce çıktığı odaya koştu ve yerde, kanlar içinde vatan ağabeyinin üzerine kapanarak haykırmağa başladı:
— Ağabey… Canım ağabeyciğim… Aç gözlerini. Şaka yapmıştım sana… Bugün 1 Nisan değil mi?
Genç adam gözlerini açmadı. Çoktan ölmüştü. Genç kız bunu hissettiği anda kahkahalar atarak gülmeğe başladı. Zavallı çıldırmıştı. Naklettiğimiz bu olay, bundan 27 yıl önce (1964’ten 27 yıl önce, çn) İzmir’de cereyan etmiş ve düşünülmeden yapılan bir şaka sonunda iki kardeşten biri mezara, diğeri bir akıl hastanesine gitmiştir.
İnsanlar 1 Nisan günü yalan söylemeyi, hatıra hayale gelmeyen şeyler uydurarak birbirlerini kandırmayı adet haline getirmişlerdir. Herhalde sizler de birkaç gün önce arkada bırakmış olduğumuz 1964 yılının 1 Nisanında da ayni geleneğe uyarak yalan söylemiş, bazı şeyler uydurarak önünüze geleni kandırmaya çalışmışsınızdır. Ümit ederiz ki yalanlarınız, aldatmalarınız kalp kırıcı olmamış, üzücü, esef verici olaylara yol açmamıştır.
Fransızların Poisson d’Avril (Nisan balığı) dedikleri günün önemi nedir? İnsanlar 1 Nisanda acaba neden yalan söylerler, birbirlerini niçin kandırmaya çalışırlar? 1 Nisan tarihte nasıl ve ne gibi bir yer işgal etmektedir? İşte sizlere üzerinde durulması gereken birkaç sual. Mamafih sizleri üzmek ve yormak istemeyiz. Buyurun, bu suallerin cevabını beraberce vermeye çalışıp, merakımızı gene hep birlikte tatmine gayret edelim. Eskiden, çok eskiden yılbaşı 1 Nisan’dı. Takvimler buna göre ayarlanır, yılbaşı 1 Nisan’da kutlanırdı. Bu durum 1564 yılı ortalarına kadar devam etti. Fakat bu yılın ortalarında Fransa Krallığı, o günün icaplarına göre hazırlanmış olan takvimde bazı tadilat yaptı ve bu arada yılbaşı 1 Nisan yerine 1 Ocak olarak kabul edildi.
17 nci yüzyıl sonlarında Fransa’da, bilhassa Paris’te balık tutmak bir spor olarak kabul edilmiş ve bu yeni spor kelimenin tam manasıyla bir salgın haline gelmişti. Eline bir olta geçiren kadın erkek herkes Sen nehri kenarına koşuyor, yaz kış demeden sabahtan akşama kadar balık avlamaya çalışıyordu.
Bu acayipliği, bu çılgınlığı önlemek lüzumunu hissetmiş olan krallık derhal bir emir çıkararak balık tutma mevsimi ihdas etti. Bu mevsim 1 Nisan günü başlıyor, Eylül ayı nihayetinde de sona eriyordu. Böylece 1 Nisan, balık tutma mevsiminin ilk günü olarak kabul olundu ve bunun bir neticesi olarak da ortaya Poisson d’Avril çıkmış oldu.
Şimdi de 1 Nisanda yalan söyleme konusuna gelelim. Bunun cidden hoş bulacağınız enteresan bir hikâyesi var. On üçüncü Luis, genç ve son derece yakışıklı bir kimse olan Lorraine eyaleti Dükü Charles’i tevkif ettirmiş ve onun meşhur Nancy Şatosunda hapsedilmesi emrini vermişti.
Genç ve yakışıklı Dük, son derece sevilen, kendi bölgesinde büyük nüfuzu olan bir kimseydi. Louis, himayesi altında bulunan Prenseslerden birini Dükle evlendirmek istemiş fakat bu arzusu Dük tarafından ret olunmuştu. Çünkü Dük Charles, halk tabakasından basit bir ailenin 16 yaşlarındaki güzel kızı Genevieve’i seviyor, onunla evlenmek istiyordu.
Aşkından, bu arzusundan vaz geçmediği müddetçe Dük şatoda kalacaktı. Birkaç defa firara teşebbüs etmiş fakat muvaffak olamamıştı. Bunu becerip de bir kere idaresi altında bulunan Lorriaine bölgesine geçebilse mesele halledilmiş olacaktı. Zira kral ona orada hiçbir şey yapamaz, Genevieve’le evlenmesine mâni olamazdı. Fakat ne çare ki ön cephesi Sen nehrine bakan, diğer üç tarafı geniş ve derin hendeklerle çevrili bulunan ve kralın meşhur 50 silahşoru tarafından muhafaza olunan şatodan kaçmak güç değil, imkânsızdı.
Fakat bu imkânsız görülen hal, 16 yaşındaki Genevieve tarafından başarıldı. Halk meseleyi biliyor ve genç kıza yardıma hazır bulunuyordu. Gereken plan düzenlendi ve balık tutma mevsiminin başladığı gün olan 1 Nisan sabahı binlerce insan sandallarına binerek Sen nehrinin üzerini doldurdu Bu arada 20-30 sandal da Nancy Şatosunun civarına sokuldu Başka zaman olsa muhafızlar buna müsaade etmezlerdi ama o gün bir nevi bayram olduğu için itiraza lüzum görmemişlerdi.
Şatoya sokulup, muhafız şövalyelerle grup grup temasa geçen Genevieve’in arkadaşları yalanlara başladılar:
— Kral son derece hasta, adeta ölüm halinde imiş
— İngiltere Fransa’ya harp ilan etmiş!
— Şehirde ekme darlığı başlamış!…
— Şato civarındaki çeşmelerden akan içme suları insanı zehirleyip öldürüyormuş!…
Bu ve buna benzer bir sürü yalanla şaşkına döndürülen silahşorların kafaları karışmıştı. İşte bu hengâme arasında bir ipe tutunarak nehre inip, sandallardan birine atlayan genç Dük firara muvaffak oldu ve kısa bir zaman sonra da sevdiği genç kızla evlendi.
Bu olay Parislilerin o kadar hoşuna gitmişti ki sırf bu vakayı hatırlamak ve hatırlatmak için her yılın bir nisanında birbirlerine yalan söyleyip, birbirlerini kandırmaya başladılar.
Böylece başlamış olan bu adet kısa zamanda bütün yeryüzüne yayıldı ve günümüze kadar gelmiş oldu.

]]>
http://www.ucuztarih.com/acayip/1-nisan-iste-buyuk-bir-yalanin-gercek-hikayesi/feed/ 0
İSTANBUL’UN İLK AŞİFTELERİ | RESİMLİ BELGELİ http://www.ucuztarih.com/yazi-dizisi/istanbulun-ilk-afisteleri-resimli-belgeli/ http://www.ucuztarih.com/yazi-dizisi/istanbulun-ilk-afisteleri-resimli-belgeli/#respond Sun, 29 Mar 2020 08:18:22 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8655 ]]> http://www.ucuztarih.com/yazi-dizisi/istanbulun-ilk-afisteleri-resimli-belgeli/feed/ 0 ÇİZGİROMANIN KARA GÜNÜ… http://www.ucuztarih.com/cizgi-roman/cizgiromanin-kara-gunu/ http://www.ucuztarih.com/cizgi-roman/cizgiromanin-kara-gunu/#respond Mon, 02 Mar 2020 20:35:01 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8643 İki usta çizer, Suat Yalaz ve Abdullah Turan’ı kaybettik. İkisi de çizgiroman tarihimize önemli izler bıraktı ve aynı gün beraber aramızdan ayrıldılar. Bıraktıkları miras çok değerli. Genç çizer ve sinema yönetmenleri arasından bu mirası değerlendirecek olanlar çıkacaktır.

(02.03.2020)

]]>
http://www.ucuztarih.com/cizgi-roman/cizgiromanin-kara-gunu/feed/ 0
İSTANBUL’U YERİNDEN OYNATAN ESKİ PATLAMALAR http://www.ucuztarih.com/acayip/istanbulu-yerinden-oynatan-eski-patlamalar/ http://www.ucuztarih.com/acayip/istanbulu-yerinden-oynatan-eski-patlamalar/#respond Wed, 26 Feb 2020 09:04:11 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8635 1941 Pera Palas’ta patlayan bomba. 1949 Sütlüce Silah Fabrikasındaki büyük patlama.

Kara ve hava yolları taşımacılığının henüz pek yaygınlaşmamış olduğu yıllarda tren, en güvenli ve dolayısıyla en çok kullanılan taşıt aracı olarak başta gelirdi. Bu nedenle, özellikle Batı ülkelerinden İstanbul’a gelenlerin yolculuğu, Sirkeci Tren İstasyonu’nda biterdi.

Sirkeci’de trenden inen yabancılar, zamanın belli başlı üç oteline taksim olurdu: Tokatlıyan, Park Otel ve Pera Palas.

Tokatlıyan ve Pera Palas’ın geniş camlı, yüksekçe Renault marka kaptı kaçtılar (o zaman bu gibi araçlara henüz minibüs adı verilmiyordu), kendi otellerine inecek müşterileri ve bagajlarını alarak Beyoğlu yönünde hareket ederdi.

Bu kaptıkaçtılardan özellikle Tokatliyan’ınkini, üzerinde bulunan Maison Tokatlıyan yazısıyla o devri yaşayanların hatırlayacakları şüphesizdir.

TRENLE GELEN ELÇİ

1 Mart 1941 Çarşamba günü akşamı, Sofya’dan gelen tren. İngiltere’nin, Bulgaristan’daki Büyükelçisi Mr. Rendall ve maiyetini de İstanbul’a getirmekteydi. On gün evvel Üçlü Pakt’a katılan Bulgaristan’ın, Mihver Devletleri saflarına geçmesi üzerine, İngiltere bu ülke ile siyasi ilişkilerini kesmiş, elçisine de geri dönmesi için talimat vermişti.

Büyükelçi Rendall bu talimat üzerine İstanbul üzerinden Mısır’a, oradan da Londra’ya gidecekti. Kendisinin ve yanındakilerin bagajlarının çokluğu, elçiliğin kapanması nedeniyle kesin dönüş yaptıklarını bilenler tarafından normal telakki ediliyordu. Bu kadar bavul, Pera Palas’ın küçük kaptı kaçtısına sığmamış, gelen kafiledekilerin doluştuğu otomobillerin bagajlarına kadar dağıtılmıştı.

Sonunda, 60 kişilik grup, küçük bir konvoy halinde; Şişhane yokuşunu takiben, normal bir yolculukla Tepebaşı’ndaki Pera Palas Oteli’nin önüne ulaşmıştı.

1898 yılında Yataklı Vagonlar Şirketi tarafından inşa edilen Pera Palas, geniş salonları, 113 odası ve bunları dolduran antika sayılabilecek, mefruşatı ile İstanbul’un en önde gelen otellerindendi. Özellikle Atatürk, 1936’dan 1938 yılına kadar İstanbul’a her geldiğinde Para Palas’a iner, pek hoşlandığı ve alıştığı 101 numaralı odada kalırdı.

1941 yılında otelin giriş kapısı ve resepsiyon bölümü, binanın cephesinin tam ortasındaydı. Servis kapısıysa, gene aynı cephenin Tepebaşı tarafındaki köşesine yakın bir yerde bulunuyordu.

Mr. Rendall ve maiyeti, ana kapıdan girip doğruca odalarına çıkmış: bagajlarıysa, arabalardan indirilerek servis kapısı girişine yığılmıştı. Yeni gelenler, etrafa göz atıp kalacakları odalara inerlerken, otel personeli de bu kalabalık misafir grubunu yerleştirebilme çabasındaydı.

Saat, tam 21.35’di.

Birden, korkunç bir patlama, yarım yüzyıllık kale sağlamlığındaki binayı temellerinden sarstı. O anda, ortalık, ana baba gününe dönmüştü. Otelin kubbeli giriş tavanı çökmüş, camlarının tümü civardaki binalarınkiyle beraber kırılmış, eşyaları birbirine geçmişti.

Daha kötüsü, patlamanın olduğu yere yakın bulunanlar-darı yedi kişinin parçalanmış cesedi yerde yatmaktaydı.

Bunlardan ikisi sivil Türk polisi, ikisi otel personeli, geri kalanlardan ikisi İngiliz kadın sekreterler ve bir de şofördü. Patlamanın şiddetinden, otelin müdürü bulunduğu yerden on metre ileriye fırlamıştı. On kişiyi bulan yaralılar, ilk vasıtalarla hastanelere tanışacaklardı.

On dakika önce, odasına çıkan Mr. Rendall, olaydan yaralanmadan kurtulmuştu.

Olanların heyecanı henüz yatışmadan, Pera Palas’ın arka tarafına tesadüf eden Cumhuriyet Bahçesi önündeki asfalt üzerinde patlamamış halde saatli bir bomba bulunmuş ve derhal gerekli tertibat alınarak patlaması önlenmişti.

BAVULA KONAN BOMBA

Yapılan tahkikatta, patlama nedeninin, Bulgaristan’dan hareketten önce, kafilenin bavullarından birine yerleştirilen saatli bomba olduğu anlaşılmıştı. Bomba, muhtemelen Sirkeci istasyonunda trenden iniş esnasında patlamak üzere ayarlanmışken, mekanik bir nedenle yarım saat kadar gecikme yapmıştı. Sonradan, otelde diğer bir bavul içerisinde de, bir bomba bulunarak, etkisiz hale getirilmişti.

Pera Palas Otelini birbirine katan bomba olayı, ikinci Dünya Savaşı’nın en ilginç siyasi suikastlerinden birisidir.

Bulgar gazeteleri ve Alman radyosu, yayınlarda söz konusu bombanın, elçinin eşyaları arasına Bulgaristan’da karıştırılmış olduğunu kabul etmemiş ve olayın suikastten korkan Mr. Rendall’in daima yanında taşıdığı bombanın patlamasıyla meydana geldiğini iddia etmiştir.

Türk gazeteleriyse, atılan bombanın Mr. Rendall’in şahsına değil, Türkiye’nin güvenliğine karşı tertiplenmiş bir suikast olarak telakki edilmesi gerektiğini yazmışlar, İstanbul otellerini dolduran yabancıların ve diğer unsurların sıkı bir kontrole tabi tutulmalarını istemişlerdir.

12 Mart günü, sıkıyönetim idaresi, olayda yaralananların resimlerini basan Vakit, Akşam, Son Posta, Sabah, Tasvir-i efkar, Tan, Vatan ve Halk Gazetelerini kapatmıştır.

Bu badireden o devrin parasıyla 580 bin lira zararla çıkan Pera Palas, dava açtığı halde, İngiltere’de takip ettirebilme olanağını bulamadığından, hiçbir tazminat alamamıştır.

İSTANBUL’UN GÖBEĞİNDE PATLAYAN CEPHANE FABRİKASI

Özel sektör olarak savaş endüstrisi için memleketimizde silah ve cephane imal eden sayılı firmalardan biri de Nuri Killigil’inkidir. Killigil ismini, 1940’ların son yıllarında orduda bulunanlar gayet iyi hatırlayacaklardır.

“Madeni Eşya Sanayii” kisvesi altında, Haliç’in Sütlüce sahilinde faaliyette bulunan Killigil fabrikası, Türk Ordusuna olduğu kadar yabancılara da iş yapmakta; Mısır, Suriye ve Pakistan’dan silah ve cephane siparişleri almaktaydı. Bunlardan Mısır ve Suriye’nin verdiği siparişler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından iptal ettirilmiş, Pakistan’ınki ise imalata alınmıştır.

Görüldüğü gibi, fabrikayı oluşturan gösterişsiz binalarda yapılan iş, hiç de küçümsenecek çapta değildi. Üstelik fevkalade tehlikeliydi…

SAAT 17,02

2 Mart 1949 günü, saat beşi iki dakika geçe, Halıcıoğlu itfaiye Grubu erleri, Sütlüce yönünden yükselen yoğun bir siyah duman fark ettiler. Açık bir yangın alameti saydıktarı dumanın nedenini araştırmak üzere hareket eden itfaiye, Sütlüce’deki Killigil Fabrikası yakınına geldiğinde, kulakları sağır eden üst üste üç patlamayla olduğu yerde kaldı.

Normal bir yangına su sıkmak için hazırlanan itfaiyeciler, patlamalar ve ortalığı saran barut kokusu yüzünden bir fayda sağlayamıyor, elleri kolları bağlı bekliyorlardı.

İlk patlama kimya hanede olmuştu… Tahkikat raporunda, buna neden olarak, “tav dolabındaki fulminata fazla cereyan verilmesi” gösteriliyordu. Sonradan cephane deposuna sıçrayan ateş, mermilerin patlamasına yol açmış, ertesi gün bile duman ve patlamalar devam etmişti. Barut kokusu, Galata Köprüsü’nden hissedilmekteydi.

Çok ani olarak bastıran yangında, fabrikanın sahibi Nuri Killigil de dâhil olmak üzere, birçok personel hayatını kaybetti.

Fabrika çevresi, kordon altına alındı. İçişleri Bakanı, Ankara’dan gelerek tahkikatla bizzat ilgilendi.

Olayın yankısı büyüktü. Şehir içerisinde bir cephane fabrikasının faaliyetine nasıl izin verilmişti?

 

SİYASİ BİR SABOTAJ MI?

Nuri Killigil’in, Suriye ve Mısır’dan siparişler almasının, Arap – Yahudi düşmanlığının süregelmekte olduğu o günlerde, bazılarının aklına siyasi bir sabotaj ihtimalini getirmekteydi.

18 Mart’ta olay mecliste konu edilirken, bazı milletvekillerinin “Hadise ört bas edilmeye çalışılıyor…” demeleri, bu ihtimali gözden uzak tutmadıklarını gösteriyordu.

23 Mart’ta başbakan, mecliste açıklamada bulundu. Bu açıklamanın arkasından yapılan kapalı celsede ne konuşulduğunu kimse bilmiyordu. Bilinen şey, müzakerelerin olayla ilgili olduğuydu.

15 Mart 1949’da, Tekirdağ’da bir cephanelikte vuku bulan patlamadan bahseden İngiliz gazeteleri, “Türkiye’de, neler oluyor? Son günlerdeki patlamaların nedeni nedir?” diye, sormaktaydı.

14 Nisan günü, Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı’nda saatli bomba bulunduğu ihbar edildi. Son süratle olay yerine giden polis, boş bir mermi kovanının içerisinde sarılmış bir tel parçasıyla karşılaştı. Bu olay da, soğuk ter döktüren bir şaka olarak gazete sütunlarına geçecekti…

 

]]>
http://www.ucuztarih.com/acayip/istanbulu-yerinden-oynatan-eski-patlamalar/feed/ 0
TAKVİMİN TARİHİ ??? http://www.ucuztarih.com/acayip/takvimin-tarihi/ http://www.ucuztarih.com/acayip/takvimin-tarihi/#respond Tue, 25 Feb 2020 06:44:34 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8626 ]]> http://www.ucuztarih.com/acayip/takvimin-tarihi/feed/ 0 HİTLER’İN SÜTLÜCE’DEKİ “YAHUDİ FIRINI” http://www.ucuztarih.com/acayip/hitlerin-sutlucedeki-yahudi-firini/ http://www.ucuztarih.com/acayip/hitlerin-sutlucedeki-yahudi-firini/#respond Mon, 17 Feb 2020 10:47:00 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8619 Devrin Başvekili Dr. Refik Saydam’ın 1 Şubat 1942 günü Türk milletine yaptığı ve özeti: “Bu Cihan yangınından elbirliğiyle ve kudretli olarak çıkacağımıza sağlam ve sarsılmaz imanımız vardır” dan ibaret hitabesinden 15 gün sonraydı. Naziler, “Yahudilik’in kökünü kazıma” planını genişleterek Türkiye’deki 55.500 Yahudi’yi de kapsayan “Yahudi meselesinde kesin çözüm”e varmayı kararlaştırıyorlardı. Siyonist çevrelere göre; Nazi afeti, yüksek bir uygarlık düzeyine erişmiş Avrupa kıtası üzerine iniyordu.

İkinci Dünya Savaşı patlak vereli iki buçuk yıl henüz dolmuştu. Türkiye savaşa katılmamıştı. Ancak zihinleri kurcalayan: “Acaba Türkiye, savaşa katılır mı?” Ya da “Katılmak zorunda bırakılır mı?” sorusu cevapsız kalıyordu.

Dünyayı sarmış bir savaşın ne denli felaketlere yol açacağını herkes biliyordu.

Hitler, 30 Ocak 1933 günü Almanya Başvekilliği’ne seçilip iktidarı ele geçirdikten sonra, ruh bilimcilerin “Sapık bir ideoloji” diye nitelendirdikleri bir düşüncesini uygulamaya koymuştu. Bu düşünce 12 yıl 3 ayda ve üç safhada uygulanacaktı.

1-Hitlerin iktidara geçişinden savaşın başladığı 933-939 yılları arasında

2- 939-941 yıllarında ve

  1. olarak da kesin çözüm bölümü 1941-1945 yılları arasında!..

AMAÇ: YAHUDİLİĞİN KÖKÜNÜ KAZIMA!

Yahudilik’in kökünü kazıma, Nazi planının esas ilkesini meydana getiriyordu.

1941 yılının en belirgin vasfı, Avrupa harbinin bir Cihan Savaşı haline dönüşmesi olmuştu. Bu savaşa hazırlıksız girmek zorunda kalmış Müttefikler, 1942 yılı başlarında büyük yenilgilere uğramışlardı. Bu devrede Nazi Almanya’sında baş göstermiş Yahudi düşmanlığı da ibret verici bir biçime dönüşmüştü. Hz. İsa’nın Yahudi asıllı olmadığını ispatla görevlendirilmiş Nasyonal Sosyalist Hıristiyanlık Enstitüsü de bu espriden esinlenerek kurulmuştu. Önceleri Nazi Almanya’sındaki Yahudi asıllı Almanlara karşı başlayan baskı birçok bilginin yapıtlarını meydanlarda yakmaları bir kavim olduğu savunulan Almanlarla Yahudileri her türlü ilişkiden cinsel yaklaşımlar dahil menetmek, kitleler halindeki göçlere, tutuklamalara, Yahudilerin uzaktan görülebilecek biçimde sırtlarına beyaz bir bez üzerindeki Yahudi yıldızın dikmek zorunluluğuna, temerküz kamplarında Yahudileri yarı aç mecburi iş gördürmeğe kadar vardırılmıştı.

Nazi’lerden kaçan Yahudileri hiç bir memleket kabul etmiyordu. Çok sayıda yolcu taşımak için gerekli değişiklikler yapılmış 200 tonluk “Strouma” yatı aralarında birçok çocuğun bulunduğu 769 kişiyle 1941 yılı Aralık ayı ortalarına doğru İstanbul’a gelmiş, ancak Türk makamları göçmenlerin karaya çıkmalarına izin vermemişti. İngiltere’de bunların Filistin’e girmelerine engel olacağını açıklamıştı. Bu yatı Türk makamları Karadeniz’e gönderdiler. Fakat “Strouma” 24 Şubat 1941 günü bir Alman denizaltısı tarafından batırıldı. Kurtulan sadece bir kişiydi.

TÜRKİYE YAHUDİLERİ DEHŞET İÇİNDE!

Nazi Almanya’sının Yahudileri top yekûn imha kararı bütün Yahudileri dehşete düşürdüğü kadar Türkiye Yahudilerini de korku içine salmıştı. Almanlar, Bulgaristan’ı bile işgal etmişler ve Türkiye’ye yaklaşmışlardı. Türkiye, Almanya ile savaşmak zorunda kalırsa, Türkiye’deki Yahudilerin durumu ne olurdu?

Hitler’in Yahudileri imha planı hakkında kopuk, resmi olmayan fakat inanılır kaynaklardan sızan haberler tüyler ürperticiydi. Nazilerin Almanya’da başlattıkları Yahudi aleyhtarlığını Tüm Avrupa Yahudilerinin imhası maksadına dek götürdükleri öğreniliyordu.

Avrupa’dan Romanya’ya geçen ve oradan da kendilerine sığınacak yurtlar arayan Yahudileri taşıyan vapurlar torpillenip batırıldıkları, içlerindekilerin boğuldukları haberleri uyanan dehşeti daha da genişletiyordu.

Türkiye sınırlarına yaklaşan Nazi tehlikesi, İstanbul Yahudilerinden çoğunu düşündürüyor, bunlardan 345 kadarı, kendi kiraladıkları derme-çatma bir motorla Filistin’e gitmek üzere Marmara’ya açıldıkları sırada motorun fırtına nedeniyle alabora olup içindekilerle birlikte battığı da duyuluyordu.

Avrupa Yahudilerinin top yekûn imhasına kişi olarak kimin karar verdiği şimdiye dek anlaşılmamış olmakla beraber imha planı aralıksız uygulanmaktaydı.

Nazi Partisi Lideri Adolf Hitler, önceleri Yahudilerin Doğu’ya sevkini ve Doğu’da imhalarının sağlanmasını önermiş, ancak imha planının Doğu’da uygulanması uzun süreceği için sakıncalı görülmüştü. Naziler bu devrede seyyar ölüm timleri de kurmuşlardı. Bu timlerin görevleri, ele geçirilen Yahudileri öldürmekti.

AVRUPA YAHUDİLERİNİN SAYISI SAPTANTYOR

Naziler, tüm Avrupa kıtasındaki Yahudilerin sayısını gösteren çizelgeyi 20 Ocak 1942 günü tamamlamışlardı. Çizelgeye göre, Avrupa’nın bir parçası sayılan Türkiye’de yaşayan Yahudilerin sayısı 55.500 kadardı Tüm Avrupa Yahudileri ise 11 milyon kişiden ibaret bulunuyordu. Bu çizelge çoğaltıldı ve 36 bölgede imha planını uygulamakla görevlendirilmiş yetkililere gizli olarak gönderildi. Her yetkilinin tam başarısı, çizelgedeki sayıda gösterilen Yahudi’yi bölgelerinde tutuklayıp imha edip edemediklerine göre ölçülecekti.

Türkiye Yahudileri, ele geçirildikleri takdirde diğerleri gibi önce bir temerküz kampında toplanacaklar, sonra da Nazi Almanya’sında uygulanan sisteme göre “Incineration” denilen yakarak kül etme işine tabi tutulacaklardı.

Bu iş için Nazilerin ilk kez Münih’e 16 Km. mesafedeki Dacnau’da meydana getirdikleri temerküz kampı ve insan fırınlarına benzer tesisler yapılması zorunluydu. Demiryolu ile İstanbul’a gönderilecek ve İstanbul’da tutuklanacak Yahudiler temerküz kamplarında bir deri bir kemik haline gelinceye dek kaderlerine terkedilecek, sonra da önce gaz odasında kitle halinde “Gıftgas/Zyklon”la bir dakikada öldürüldükten sonra cesetleri hazırlanan fırınlarda kül haline getirilecekti!

Türkiye’de yaşayan Yahudilerin çok azı bu çizelgenin hazırlandığını gizli istihbarat örgütü aracılığıyla öğrenmişlerdi. İsrail Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden İstanbul eski başkonsolosu Moshe Benyakov, bu kararı Türkiye’de Yahudilerden bazılarına duyurabilmişti. İstanbul’daki Sinagoglarda yapılan törenlere katılanlara hahamlar bu gerçeği kapalı olarak duyuruyorlardı.

Naziler, İstanbul’da insan yakacak fırınların Haliç’teki Sütlüce’de yapılmasını planlamışlardı. Burası, Sütlüce’nin Beyoğlu kazası Hasköy, nahiyesinin kuzeyindeki İmrahor – Karaağaç yolunun kesiştiği noktanın doğusunda kalan ve meskün olmayan geniş arazi idi.

YA NAZİLER, TÜRKİYE’YE SALDIRSAYDI?

24 Şubat 1942 günü Almanya’nın Türkiye nezdindeki Büyükelçisi von Papen’e karşı suikast düzenlenmesi, Türkiye özellikle İstanbul Yahudilerini düşündürmeye başladı. Üzüntünün odak noktası von Papen’in suikasttan kurtulmuş olması değildi. Hitler, bu işi de Yahudilere yükler, intikam planını daha da hızlı yürütebilirdi.

Bu arada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 17 Mart 1942 günü İzmir halkına bir hitabede bulunuyor, “Harp dışında kalmaya çalışacağız. İşlerimizi düzelteceğiz ve eğer harpten kaçınmak mümkün olmazsa vatan borcunu şerefle ve haysiyetle ödeyeceğiz” diyordu.

Nazi ve savaş tehlikesi tamamıyla geçmiş olsaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkanı her türlü yoruma elverişli sözler söyler miydi? Akıbetleri bakımından İstanbul Yahudilerini düşündüren Nazilerin Türkiye’ye saldırmaları ihtimaliydi. Almanya’nın Türkiye nezdindeki Büyükelçisi vor Papen Yahudilerin imhası konusunda Türkiye ile ilgili bölümünün, Türkiye’nin ancak Nazi Almanya’sı tarafından işgali halinde uygulanabilir nitelikte bulunduğunu, Türk yetkili makamlarından yaptığı sondajlar sonucu edindiği bir kanaate dayanarak Hitler’e bildirdiği gibi, planın doğuracağı ağır sakıncalar nedeniyle bundan vazgeçilmesini de ayrıca önermişti. Nitekim von Papen, suikast olayından sonra gittiği Almanya’dan dönüşünde 24 Mart 1942 günü Sofya’da gazetecilere: “Türkiye harp istememektedir ve tarafsızlığını koruyacaktır” demişti.

Nazi Almanya’sının Yahudileri imha planında 6 milyon Yahudi can vermiş. Bir kasırga dehşetiyle esen bu akımdan sonra sağ kalabilenler, Nazi Almanya’sının başlattığı İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi ile ölüm orağının başları üzerinden çekildiğini görerek rahat nefes alabilmişlerdi. Türkiye’nin de basiretli ve ihtiyatlı tutumu, dünyada barışın sağlanması bakımından övgüye değer bir davranıştı.

Müttefik kuvvetleri 15 Nisan 1945 günü işgal ettikleri topraklarda henüz hayatlarını yitirmemiş Yahudilerin barındıkları barakalarda birer iskelete dönüşmüş varlıklarıyla karşılaştıkları gibi yakılmak üzere insan fırınlar, önünde yığılmış insan cesetlerini de görmüşlerdi.

Bir günde 6000 zavallıyı öldürdüler

Nazi yöneticilerinin, İkinci Dünya Savaşa sırasında kurup yüzbinlerce zavallıyı ölüme yolladıkları toplama kamplarının en büyüğü, Polonya’nın güney kesiminde, Oswiecim şehri yakınlarındaki “Auschwitz” kampıydı. Burada, 14 Haziran 1940’tan 18 Ocak 1945’e kadar Naziler yaklaşık olarak 920.000 kişiyi gaz odalarında zehirleyerek öldürdüler. Sovyetler’in tahminlerine göre bu miktar bu kadarla kalmıyor, 4 milyona varıyordu. Bir keresinde bir günde tam 6.000 kişinin gaz odalarında öldürülüp, sonra da fırınlarda yakılarak ortadan kaldırıldığı bilinmektedir. Bir toplama kampında öldürülenlerin sayısı milyonlarla ifade edilirken, bütün toplama kamplarında öldürülenlerin sayısının, bu rakamların birkaç misline yükseleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Kampın 1940-43 yılları arasında komutantık yapan Nazi subayı Rudolph Franz Ferdinand Höss, Almanya’nın tesliminden sonra tutuklanmış, 1947 yılında, 11 Mart’ta başlayan yargılanması 2 Nisan’da sona ermiş ve 47 yaşındaki Höss, 15 Nisan günü kampın olduğu yerde Oswiecim’de asılarak cezasını görmüştü.

 

 

]]>
http://www.ucuztarih.com/acayip/hitlerin-sutlucedeki-yahudi-firini/feed/ 0
BİR PADİŞAHIN SON YOLCULUĞU – Hangi Padişah Kaç Yaşında ve Neden Öldü http://www.ucuztarih.com/acayip/bir-padisahin-son-yolculugu-hangi-padisah-kac-yasinda-ve-neden-oldu/ http://www.ucuztarih.com/acayip/bir-padisahin-son-yolculugu-hangi-padisah-kac-yasinda-ve-neden-oldu/#respond Sat, 08 Feb 2020 14:28:38 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8575 Ali SÜHA (yıllarboyu – 1980)

Osmanlı Devleti’nde o zamanlar “Teşrifat” denilen seremoni kuralları, son derece katı prensipler halindeydi ve bu hal, İmparatorluğun sonuna kadar devam etmişti. Bu kuralların bazıları zamanla değişmiş terk edilmiş, yenileri kabul olunmuş ancak ne olursa olsun o sırada geçerli olanlara aşırı bir titizlikle uyulmuştur. Kısaca, Osmanlı Devletinde ve özellikle sarayında her şey seremoniye tabi idi; hatta bir padişahın ölümü bile…

III. Mehmet (1595-1603) devrine kadar Osmanlı şehzadeleri babaları ölene dek çeşitli eyaletlerde Sancakbeyi olarak hizmet ederler ve böylece devlet idaresinde yetişirlerdi. Bu sırada yanlarında “Lala” diye anılan idari ve askeri işlerde tecrübe sahibi değerli vezirler bulunur ve onların yetişmelerinde önemli rol oynarlardı. Böylece, içlerinden biri tahta geçecek olursa güçlük ve acemilik çekmezdi. III. Mehmet’den sonra ise, bu güzel usul terk edilmiş ve şehzadeler sarayda kapalı olarak yaşamaya başlamışlardı. Biri padişah olunca, Osmanlı Devleti Anayasası olan “Kavânini al-i Osman” gereğince “Nizam-ı alem” yani alemin düzeni için öbür Kardeşlerini hemen öldürtürdü, Öldürülmeyenler ise, sarayın “Şimşirlik” diye anılan pek Kasvetli hapishanesine konur, ölünceye veya saltanat sırası kendisine gelene kadar burada kalırdı. Şimşirlikte hapsedilmiş olarak kalma rekorunu ise 44 yıl ile II. Ahmet kırmıştır.

Bir padişah öldüğü zaman şehzadeler Sancakbeyi bulunuyorsa, devlet ricali tahta çıkacak olan en büyüklerine hemen haber gönderirler ve kendisi devlet merkezine gelip tahta çıkana kadar herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için padişahın ölmüş olduğunu dikkatle gizlerlerdi. Şehzadeler sarayda yaşamaya başladıktan sonra, padişah ölür ölmez saltanat sırası kendisinde olan hemen tahta çıkarılırdı.

ÖLÜM HABERİ, YILDIRIM HIZIYLA YAYILIRDI!

Padişahın son nefesini vermesiyle beraber, Kızlarağası durumu hemen Sadrazama haber verir, o da öbür vezirlerle Kaptanpaşayı, Şeyhülislâmı, Kadıaskerleri, Defterdar ve Nişancı gibi büyük memurları, Nakibüleşrafı, İstanbul kadısını, Yeniçeri ağası ile Sekbanbaşı, Kulbethudarını, yani Yeniçeri Ocağının üç büyük subayını davet eder, bunların hepsi birlikte saraya gelerek çok zaman Kubbealtında ve bazan Sünnet odasında toplanırlardı. Şimşirlik dairesinde mahpus bulunan Veliaht şehzade ise, Kızlarağası ve Silandar ağa vasıtasıyla ve çok zaman güçlükle buradan çıkarılırdı. Çünkü her an öldürülmek tehlikesi içinde uzun yıllar orada kalmış olan şehzade, padişahın vefat etmiş olduğuna bir türlü inanmak istemez, kendisinin taht ve saltanatta gözü olup olmadığının denendiğini sanır ve onun naaşını görmeden buna aklı yatmazdı. Mesela, şiddetiyle tanınmış ve öbür üç kardeşi Bayezit, Süleyman ve Kasım daha evvel Şimşirlik dairesinde mahpusken verdiği emirle birer birer boğdurulmuş olan IV. Murat (1623-1640) öldüğü vakit durum kendisine haber verilen Osmanlı tahtının tek varisi Şehzade İbrahim;

-“Kardeşim sağ olsun, bana taç ve saltanat gerekmez!..” diye direnmiş ve ancak ölen padişahın naaşını görüp yüzünü tekrar tekrar açtırarak baktıktan sonra tahta çıkmaya razı olmuştu. Mehmet (1648-1687) vefat ettiği zaman da kırk yıldır sarayda mahpus bulunan şehzade Süleyman, aynı şekilde direnmiş, hatta kendisini almaya gelen Kızlarağasına;

-“İdamımız emir olduysa söyle, iki rekât namaz kılayım; ondan sonra emri yerine getir…. Çocukluğumdan beri kırk yıldır hapis çekerim. Her gün ölmektense bir gün ölmek yeğdir. Bir can için nedir bu korku?…” diye ağlamış, Kızlarağası yer öperek;

-“Estağfurullah… Hâşâ ki size bir kast ola… Taht kurulmuş, cümle kullarınız sizi bekler” diye teminat vermiş, bu arada kendisi ile birlikte hapiste bulunan kardeşi Şehzade Ahmet;

-“Buyurun, korkmayın… Ağa yalan söylemez” demiş ve Şehzade ancak bundan sonra dışarıya çıkmaya razı olarak tahta oturmuştur.

Böylece, şimşirlik dairesinden çıkan şehzade Topkapı Sarayı’nın “Babussaade” denilen üçüncü kapısının önünde kurulan tahta oturarak resmen padişah olurdu.

Ölmüş olan padişahın bir suikaste kurban gidip gitmediğinin tespiti için, ölüsünün Yeniçeri ocağını temsil edenler tarafından muayene edilmesi kanundu. Bunun için yeni hükümdarın müsaadesiyle Yeniçeri Ağası, Sekbanbaşı ve Kulbethudası, harem dairesinden veya vefat ettiği yerden alınarak bir çadırın altında muhafaza edilen naaşı görürlerdi. Bu, aynı zamanda ordunun eski hükümdara veda töreni sayılırdı. Bundan sonra cenaze yıkanır, kefenlenir ve tabuta konulurdu.

Padişah naaşlarının böyle bir muameleye tabi tutulması, Sultan İbrahim’in (1640-1648) tahttan indirildikten sonra devlet erkanının kararıyla sarayda idam edilmesinden sonra âdet olmuş ve bu usul, Yeniçeri ocağının kaldırılışına kadar, yani 178 yıl devam etmiştir.

ÖNCE, SALA VERILIRDI…

Padişahların ölümü Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih Camileri gibi selâtin, yeni padişahlar tarafından yaptırılmış büyük camilerden sala verilmek suretiyle halka ilan olunduğu gibi, yeni padişah bunu ve kendisinin tahta çıktığını bütün eyaletlere:

Erdel Kırallığı, Kırım Hanlığı, Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Mekke Emirliği gibi imparatorluğa bağlı ve tabi hükümetlere fermanlarla bildirirdi. Aynı zamanda İstanbul’un dört semtine dağılan tellallar durumu halka resmen duyururlardı.

Ölen padişahın cenaze namazını, eğer bir mazereti yoksa Şeyhülislamın kıldırması kanundu. Aksi halde namazı Rumeli Kadıaskeri veya yeni padişahın izin verdiği ileri derecedeki ülemadan biri kıldırırdı. Bu sırada yeni padişah Babüssaadenin hemen iç tarafında ve arz odasının önünde durarak namaza katılır, bundan sonra ölen padişahın nereye gömüleceğini bildirirdi. Cenaze töreninde saray ağalarından yalnız Kızlarağası bulunabilirdi. Tabutu ise “Teberdan” denilen saray baltacıları, elleri üzerinde taşıyarak götürürlerdi.

Bu tabutu, çoğu zaman padişahın “Nizam-i alem” için derhal idam edilmiş olan öbür kardeşlerinin irili, ufaklı tabutları takip ederdi.

Mesela III. Murat’ın tabutunu, bu şekilde idam edilmiş on dokuz şehzadesinin tabutları takip etmiş ve bu, kırılmayan bir rekor olarak kalmıştır.

Bir padişahın ölümüyle birlikte resmi matem ilan edilirdi. Matem en az üç gün, en çok bir hafta sürerdi. Yeni padişahla devlet ricali siyah mintanlar giyip kavuklarına siyah tüller sararlardı. Kanuni Sultan Süleyman vefat ettiği zaman devlet erkanı matem elbisesi giymiş, siyah şallar sarınmış. padişahın özel maiyeti olan Solak ve Peykler süslü sarguçlarını çıkarıp başlarına peştemallar dolamış. Çavuş ve Çeşnigir gibi ileri ağalar siyah tüllere bürünmüş, saray dilsizleri çullar giymişlerdi. IV. Murat’ın ise seferlerde bindiği atlar tersine eğerlenerek tabutunun önünde götürülmüştü.

Matem sona erince, toplar atılıp cülus, yani tahta çıkış şenlikleri başlar ve günlerce sürerdi,

III. Mehmet’in ölümünde seremoni dışı bir durum hasıl olmuştu. Sadrazam Malkoç Ali Paşa o sırada İstanbul’da değildi. Henüz 14 yaşında bulunan I. Ahmet, kendi kendisine tahta çıkmış ve Sadaret Kaymakamı, yani vekili Kasım Pasaya:

-“Sen ki Kasım Paşasın, babam Allah emriyle vefat etti ve ben taht-ı saltanata cülus ettim. Şehri muhkem zapdedesin. Bir fesat olursa senin başını keserim.” şeklinde yazılı bir emir göndermişti. Kasım Paşa bu tezkereyi alınca, III. Mehmet’in hastalığı saray dışında duyulmamış olduğu için evvela şaşırıp tereddüt etmiş, sonra saraya varıp durumu öğrenmiş ve yeni hükümdarın elini öpüp biatte bulunmuştu.

Bütün bu seremoni Tanzimat devrinden yani 1839 yılından sonra kaldırılmış, buna karşılık her hususta olduğu gibi Avrupa usulü seremoni kabul edilmiş ve ilk defa da Abdülmecit’in (1839-1861) vefatı dolayısıyla uygulanmıştır.

]]>
http://www.ucuztarih.com/acayip/bir-padisahin-son-yolculugu-hangi-padisah-kac-yasinda-ve-neden-oldu/feed/ 0
ANKARA’DA MAKAM EŞEKLERİ http://www.ucuztarih.com/acayip/ankarada-makam-esekleri/ http://www.ucuztarih.com/acayip/ankarada-makam-esekleri/#respond Sun, 02 Feb 2020 09:36:12 +0000 http://www.ucuztarih.com/?p=8568 Yazan: Hikmet Feridun Es (Yıllarboyu. 1978)

Tam bakanlıklarda -öğünüyorum sanmayınız-  muhteşem bir Mercedes altında kalıyordum. Duyan da: “Yıllar yılı İstanbul’un karmakarışık trafiğinden canını kurtar, sen ta Ankaralara koş, orada ezil… Vay dalkavuk” diyecek… Ama doğrusunu ararsanız, insan ezilince de böyle önde al bayrak, arkada sıfır sıfır resmi plaka, ihtişamlı bir Mercedes altında şanlı – şöhretli ezilmeli ki bir şeye benzesin… Yoksa Taşlıtarla halk otobüslerinin altında kalmak da var haritada. Nitekim kara bakan arabası, şöyle bir baktı, bizi ezmeye tenezzül etmedi… “Sen Mercedes altında kalacak adam mısın lan?” gibilerden hızla gitti… Tehlike geçti sanırken arkadan bir kara araba, bir kara araba daha… Sağdan mı gidiyoruz, yoksa fazla sola mı kaçtık?.. Bugünkü Ankara’ya ayak uydurmak zor iş… İstanbul hacı ağalığı içinde Bakanlıklar’da postu yere sermekten güç kurtuldum…

Kabine toplantısı var her hal!.. Yeni vekiller heyeti salonunda…

Hey gidi hey… Bakanların atla gittikleri eski Heyeti Vekile “Kabine” toplantıları nerede?.. Daha dün gibi… Maliye Vekili meşhur Hasan Saka’nın (Pazar ola) at sırtında dolu dizgin, yıldırım gibi, Çankaya’ya doğru uçarcasına sokaklardan geçtiği günler! . Arkasından bakarlarmış da: “Gazi Paşa çağırdı galiba… Dört nala kaldırmış hayvanı…” derlermiş.

Evet, o devrin en lüks oteli Taşhan’ın, üstü han odaları, altı baştanbaşa ahır… Yukarıda politikacılar münakaşa ederlerken, aşağıda atlar kişnemekte… Bugünkü otomobil parkları gibi kullanılırdı Taşhan ahırlarının önleri… Vekiller hayvanlarını oraya bağlarlardı… Sözünü ettiğimiz Maliye Vekili Hasan Bey de öyle… Falih Rıfkı Atay daha sonraları şöyle anlatacaktı bu sahneyi:

“Bugün saraylara sığmayan bakanlıklar o zaman üç oda ile yetinirdi. Hasan Saka da (Maliye Bakanı) işi bitince dairesinden çıkar, atını çözer, bir müddet iskemle sefası ettikten sonra evine dönerdi… Acele işi olup da, geç vakit Maliyeye koşanlar Vekil Beyefendiyi atının dizginleri elinde, dairesinin önünde yakalarlardı. Ve o günlerde tüm Ankara farelerinin en büyük korkusu, ayaklarının kayıp Hasan Beyin kasasına düşmekti. Böyle bir kaza vukuunda mutlaka başları yarılırdı. Onun için Ha-san Bey atına binip kabine toplantılarına giderken ayranı yok içmeye, atla gider kabineye, der o tatlı Karadeniz esprisi içinde kendi kendisi ile bile alay ederdi. (Dikkat: Atla gider kabineye derken, buradaki kabine sözü kesin olarak “vekiller heyeti” anlamına gelirdi. Başka manaya değil) Vekil atı böylesine lüks sayılırdı o günlerde…

Vala Nureddin (VA-NU) da aynı dekoru, Taşhan’ın önünü şöyle anlatmıştı: “Ankara’nın meşhur Taşhan’ına indik. Atlarımızı bir seyise teslim ederek bol arpa yedirmesini söyledik.

Nasıl? Ankara’nın göbeğinde bir Bonanza dekoru…

Vekiller Heyeti’nin tıkır tıkır atla dolaştığı Texas Ankara’sının üç Ringo’su,”3 Hızlı Süvarisi” vardı. Gene bu Hasan Saka, Saraçoğlu Şükrü, Ağaoğlu Ahmet… Samet Ağaoğlu’nun babası Ahmet Bey yaman süvari idi. Dört nalda toz kaldırmazdı. Kendi yerine Matbuat Umum Müdürü (Basın – Yayın Genel Müdürü) tayin edilen Zekeriya Sertel aynen şöyle anlatır: “Matbuat Umum Müdürlüğü şehrin göbeğinde tek katlı küçük bir bina idi. Umum Müdür Ahmet Beyi ziyaret ettiğim zaman, binanın dış merdivenlerinde beygirini bağlı buldum!..” Demek sayın direktör içerideler.. Evet, eski Ankara’nın caddelerinde -gene Texas’ta olduğu gibi- resmi dairelerin önlerinde at bağlanacak yerler vardı. Hatta Ulus Meydanı’nda dahi. Vekil beyin sayın atlarını bağladıkları yeri boş bulsanız dahi, oraya hayvanınızı bağlamamanız gerek… Katiyen ve nezaketen!… No parking efendim… Daireler kovboy filmlerindeki Şerif ofisini andırırdı.

O devrin en renkli siması Matbuat Müdürü Ahmet Beyin atı öylesine huysuzmuş ki bir gün bu hayvana iyi arkadaşı, çok namlı bir milli şairimiz binmiş… Sen misin binen?.. Hayvan fırlatıp atmış… Büyük şair yere düşerek o hamasi şiirler kaynağı, saçsız ihtişamlı başını yarmış fakir… Daha sonra Atatürk’ün ısrarı ile Fethi Bey ve Ağa Oğlu’nun kurduğu Serbest Fırka’ya giren milli şairimiz bana şunları söylemişti:

– Efendim, Ahmet Beyin atına bindim, yuvarlandım. Partisine girdim, gene tepe aşağı düştüm…

Gazetede çıkan bu beyanat Atatürk’ü dakikalarca tatlı tatlı güldürmüştü. Karikatürist Cemal Nadir’e de “Küp üstüne küp koydular. En alttakini çekince!” mevzulu ve şairimizin bindiği küpten yuvarlanışını gösteren meşhur karikatürünü ilham etmişti.

İşte böyle efendim… Çankaya yolunda 15-20 atlı görünce “Kabine toplantısı mı?..” diye sorulduğu günlerde bazı yabancı büyük elçiler, sefirler de aynı vasıtayı kullanırlardı. Mesela Azerbaycan elçisi, bir yaz gecesi geç vakit atına atlayınca şakır şakır Çankaya köşküne gelmiş, henüz bahçesinde oturan Mustafa Kemal’in sofrasına katılmış, buzlu rakısını yudumlamıştı. Bu anlattığım sahneler benden değil, o günleri yaşamışların kaleminden…

Vekil beyi hem de kiralık, bir eşekle izleyen İstanbullu bir muhallebi mahdumu, bir özel kalem müdürü kendisine bir at aldırmak isteyince kıyametler kopmuş Ankara’da… Küplere binmişler: “Sen çıldırdın mı?.. Biz vekillere at tahsisatı bulamıyoruz. Eşek senin neyine yetmez?.. Kiradan kurtulmak istiyorsan bir makam eşeği alsınlar sana… Mutlaka da resmi olsun dersen kara eşşek al efendim! .”

Ve öyle de yapmışlar… Kara Mercedes yerine kara eşşek… Yalnız arka tarafında plakası eksik tabii.. Zaten o zamanki Ankara halkı da işinin gücünün başına bugünkü gibi otomobille değil, eşşekle gidip gelmekte… İstanbul’dan Ankara’ya yeni gelmiş aileler, ilk gecenin sabahında sokaktan acı acı yükselen:

– Eşşşşşek… Eşşşşşek… Eşşşşeeeeek… Va mı bi boz eşşek gören?.. feryatları içinde kalp çırpıntıları ile uyanırlarmış!.. Eskiler onların bu heyecanına güler ve anlarlarmış ki hırsızlar gene birisinin eşşeğini yürütmüşler!… Dışarıdaki feryat da kayıp veya çalınmış bir eşşek ilanı.. Bugünkü otomobil hırsızlarının öncü kahramanları, eşşek hırsızları..

Bir de Türkiye’yi az gelişmiş ülkelerden sayarlar işte kara eşşekten kara Mercedes’e… Daha ne yapalım yani?

]]>
http://www.ucuztarih.com/acayip/ankarada-makam-esekleri/feed/ 0