Yazan: M.SEDAT (Büyük Gazete, 1934)
Milli musiki ilhamını halk şarkılarından alacaktır.
Konservatuvarın Tepebaşında yeni taşındığı binanın taş merdivenlerini çıktım. Alaturka kalkıp yerine milli Türk musikisi konurken ilk hatıra gelen müessese İstanbul konservatuvarıdır. Acaba konservatuvar ne düşünüyor?
Yukarı kata çıktım. Odacıya sordum:
— Konservatuvar müdürü Yusuf Ziya Bey burada mı?
— içerde efendim.
Yusuf Ziya Bey bir ziyaretçiye hararetli hararetli anlatıyor:
— Hayatla beraber müzikte değişir. Evvelki devirlerde melânkoli vardı. Dekor başka idi. Yaşayış başka idi. Atlas sedirler, anber kokuları, buhurdanlar. Ve bu dekor içinde bağdaş kurup oturan insanlar. Şimdi bunlar nerede? Binaenaleyh, müzik te tabiat ile değişecektir. Eski uyuşuk hava yerine, şimdi, yeni bir havaya ihtiyaç vardır.
Yusuf Ziya Bey, senelerden beri söyler, söyler. Nihayet, şimdi, onun için büyük bir fırsat çıktı. Artık alaturka müzik yerine tamamen milli, garp tekniğinden istifade ederek bir musiki yaratılacak. Müzik inkılabı geç bile kaldı.
Yusuf Ziya Beyin ikram ettiği kahve ve cigarayı içerken onu dinliyorum. O, hararetle anlatmağa devam ediyor:
— Bir vakitler de alaturkanın ıslah fikrini ortaya attılar. Neyi ıslah edeceksiniz? Alaturka bir sanat değildir ki. Hep aynı hava, aynı ses. Dümtek esas. Aynı havayı dinlemekten onun içindir ki bıkıyoruz, usanıyoruz. Bilhassa, radyoda, alaturka neşriyata nihayet vermek ne kadar yerinde oldu. Çünkü bütün dünya Türk musikisi diye bir takım bağrışmaları dinliyor. Eski metodun, eski sazın yüksek heyecanlarınız ifadeye kabiliyeti yoktur. Şark musikisi aletleri bir oda içinde, hatta oturarak çalınan şeylerdir. Hâlbuki musiki bir cemiyet, bir millet işidir. Zevk işi değil, milli heyecanlarımızı ifade eden bir vasıtadır. Musikinin sesi ta uzaklara kadar duyulmalıdır. Aletler ona göre yapılır. Şark musikisi böyle midir? Odanın içinden dışarı çıkmaz. Şark musikisinin metodu yoktur. Onun için herkes bir makam uydurmuştur. Bu makamların da birbirinden çok farkı yoktur. Mesela uşşak, semai, sabahi, hüzzam, kürdi, hicaz… Ve daha bir sürü isimler altında makamlar. Eski bestekârlar, padişahlardan, vezirlerden ihsan koparmak için mütemadiyen makam çıkarmışlardır.
Yusuf Ziya Bey şark musikisinin, niçin sanat kıymetlerinden mahrum olduğunu anlatırken şöyle diyordu:
— Düşünün ki 15 sene evveline kadar, mahkemelerde artistin şehadeti kabul edilmiyordu. Müzik diye bir sanat şubesi tanılır mı? Yalnız çalgıcı vardı. Çalgıcı da fena mevki sahibi bir insandı. Musikiyi Sulukuleden daha yeni kurtardık. Eski zamanlarda yanlış görüş ve zihniyetle, musikinin bir sanat olduğunu din ve cemiyet kabul etmiyordu. Tabii bu şekilde, mesele teknikleşemezdi. Evvelce “meşkhane”ler vardı. Eski tabirle, buralarda Zekai Dede ve saire gibi üstatlar vardı. Buralarda meşkedilir, makam, saz, şarkı öğrenilirdi. Garp usulü tedrisat yapan konservatuvarlar yoktu. Evvelce herkes bestekâr, herkes musikişinas idi. Dikkat edin, bizde her bestekârın 100-150 eseri vardır. Hâlbuki Beethoven’in eserlerinin mecmuu (20) yi geçmez. Sebebi, bizim üstatların eserleri tam eser, hakiki sanat eseri değildir. Bütün besteler birbirinden bir iki hava ile ayrılır.
Konservatuvar müdürü, güzel sanatların en mühim bir şubesini teşkil eden musikiyi şöyle tebarüz ettiriyordu:
— Güzel sanatlar içinde en demokrat olan musikidir. Resim, heykeltıraşlık, mimari bunlar aristokrat sanat şubeleridir. Dağ başındaki çoban, mağaradaki haydutlar, çamaşır yıkayan kadın musiki söyler. Uç evli bir köyde bir saz bulabilirsiniz. Musikiyi herkes tanır. Bu, çok büyük bir ihtiyaçtır. Şimdi halka yeni, millî, kendi ruhundan gelen bir musiki vermek lazımdır. Bunun için de esaslı ve programlı çalışmalı.
Yusuf Ziya Beye, yeni Türk musikisinin nasıl doğabileceğini sordum. Yusuf Ziya Bey bir müddet düşündükten sonra, dedi ki:
—Doğrudan doğruya taklit fena bir şeydir. Ruslar bir zamanlar garp musikisini olduğu gibi kabul ettiler, çok çalıştılar. Fakat muvaffak olamadılar. Mühim, bariz bir orijinalite ile ortaya çıkmalı. Bunun içinde halkın benliğine, ruhuna müracaat etmekten başka çare yoktur. Bütün Anadolu bizim için güzel bir etüt yeridir. Halk şarkılarından fikir, ilham, motif, tem alınır, tekemmül ettirilerek kullanılır. Bizim bulunduğumuz hava, iklim, muhit, musikimize şüphesiz tesir edecek. Ruh değişmez, kalıp, ifade değişir. Türk musikisinde Türk damgası bulunacaktır. Anadolu şarkıları başlı başına bir sanat değil, birer malzemedir. Bunlardan istifade edilir. Yapılacak yeni bestelerde beynelmilel teknik hâkim bulunacak, fakat style Türk olacaktır. Bütün milletlerin musikiyi halk musikisinden çıkmıştır. Ruslar da bilâhare halk musikisine dönerek, buradan şaheser, milli bir musiki yaratmışlardır: Mesela Macarların Liste, Rusların Rimsikorsakof İspanyolların Albeniz, İsveçin Krik… Bütün bu dahi sanatkârlar ilhamlarını, halk hayatından, halk havalarından almışlardır. Milli ekol böyle tesis edilir. Musikide her milletin milli rengi ayrılır. Mesela bir Rus, bir Viyana musikisi derhal fark edilir. Musikinin gözü, kulaktır. Halkı alıştırmalıdır.
Yusuf Ziya Bey biraz durduktan sonra, ilave etti:
— Bence, bir milli beste mektebi açmalı. Burada musikinin nazariyatına, tekniğine çok ehemmiyet vermeli. Bütün garp musikisi talim ve tedris edilmeli. Burada birçok milli bestekârlar yetiştirilir. Boşluğu doldurmak halkın musiki ihtiyacını karşılamak lazımdır. Sonra, mühim bir mesele daha var. Bir melez musiki vardır. Bu, alaturkadan daha fena tesirlidir. Buna da derhal nihayet vermelidir. Halkı, garp tekniği ile yapılmış sese alıştırmalı.
Bugünkü konservatuvarın bu hale gelinceye kadar geçirdiği tekâmül devreleri meraklı değil midir? Yusuf Ziya Beyden bunu öğrenmek istedim. Bu biricik asri musiki çatısının tarihçesini bilmek faydalı olacaktı. Bu fikrimi Yusuf Ziya Beye söylediğim vakit, acı acı içini çekti.
— Eski devri bırakın, dedi. Ben ısrar edince anlattı:
— Konservatuvarda yedi sene evvel alaturka musiki kalktı. Tamamen asri bir tedrisat başladı. O vakit mektepteki bütün alaturkacı hocaları tabii çıkartmak mecburiyeti hâsıl oldu. Bunlar 12 kadar vardı. Rauf Yekta, Tanburi Dürrü, Ahmet, İsmail Hakkı, Halil Rıfat Beyler vesair zevat. 11 sene evveline gelinciye kadar ise konservatuvarın adı Darülelhan idi. Eski Maarif Nezaretine bağlı idi. Alaturka tedrisat yapılırdı. Harbi umumiden evvel zükür inas diye iki kısma ayrılır, kadınlar, erkekler ayrı ayrı ders görürlerdi. Harp çıkınca erkekler askere gitti, yalnız inas kısmı kaldı. Mütareke sonunda bu müessesenin hali de pek feci idi. İstanbul Vilayeti müesseseyi, yine aynı isimle yeniden kurdu.
Yusuf Ziya Beyi dinlerken, konservatuvarın bütün tarihini gözümün önünde canlandırıyordum. Şimdi 250 kadar genç çocuğun tamamen modern usullerle tahsil ettiği bu müessese, bir zamanlar ilahi, gazel atılan bir yer değil miydi? Eski musiki, yeni musiki.
— Konservatuvarda tahsil müddeti kaç sene, diye sordum.
— On sene, dedi.
Şimdiye kadar ne kadar mezun verdi?
— Daha hiç. İlk mezunlar önümüzdeki sene verilecek.
Yusuf Ziya Beye teşekkür ederek ayrıldım. Geniş merdivenleri inerken düşünüyorum; her akşam radyosunu açıp gazel, bilmem ne makamından şarkı dinleyen ehli keyifler, son bir kaç gündür ne yapıyorlar? Yeşil Hilâlcilerin dediği gibi, alaturka musikinin içki içmekte tesiri var mı acaba? Şimdi, alaturka kalkınca, içki de az içilecek. Kim bilir, belki de, demciler Mısırı, Kırımı, Okranyayı ararlar, oralardan gelen dümtek havasına kendilerini kaptırarak mest olurlar.
Yine düşünüyorum: hanende hafızlar, geceliğine 10, 20 lira alan şarkıcı hanımlar ne yapacak? Operaya mı başlayacaklar? Senelerce üzerimize bir kâbus ağırlığı ile çöken o ağır, muttarıt şarkılara elveda…
Keten helvacı, macuncu, mısır buğdaycı nasıl bağıracak? Hangi makamı tutturarak, müşteri çağıracak? Zavallı keten helvacıya, yanık sesi ile yıllardır İstanbul sokaklarını dolaşarak akisler bırakan ihtiyar keten helvacıya elveda. M.SEDAT