AŞKIN TARİHİ: İbrahim Alaattin GÖVSA’nın kaleminden USTA işi bir AŞK tarihi…

0
673

Me’hazlar: Histoire de l’Amour  M’Tinayer. la Psyehologle de l’Amour  G. Danville. Umumi tarih ve Türk tarihi. Kapak resmi Rodin’in meşhur tablosundan alınmıştır.

Bütün insanlar için yeryüzünde en büyük kudret olan ve yalnız şiir, musiki, resim ve heykel gibi güzel sanatları değil, medeniyet ve terakkinin her türlü hamlelerini doğuran aşk, acaba umumi insanlık tarihinde ne gibi safhalar geçirdi, nasıl doğdu? En eski devirlerde ve en iptidai insanlar arasında ne gibi şekiller gösterdi? Doğu ve batı illerinde ve ayrı çağlarda en büyük aşk maceraları hangileridir ve oralarda aşk için neler yapılmıştır? Nihayet son asırlarda ve zamanımızda aşk ne gibi şekiller gösteriyor? İşte ( Aşkın tarihi ) başlığı altında okuyacağınız üç makale içinde bütün bu mevzular hülasa edilmiştir.

Aşk Nasıl Doğdu? AŞKIN insanlıkla birlikte ve bir kadınla erkeğin yan yana geldiği zamanda doğmuş olacağı hatıra gelebilir ve mesela Âdem ile Havva efsanesine göre ilk aşkın, yaradılış masalında olduğu gibi Cennetten başlayarak sonra yeryüzüne inmiş olduğu düşünülebilir? Fakat hakiki ilim karşısında elbette bu masalların yeri yoktur.

Aşk, kadınla erkeğin iptidai ve hayvanca bir münasebetinden ibaret olmadığına göre, onun doğuşunu açlık ve susuzluk gibi uzviyet ihtiyaçlarına benzetmek doğru değildir. Her halde aşk insanlıktan çok gençtir. Onun tarihi de insanlık tarihinden sonra başlamak lazım gelir. Mağaralarda yaşayan iptidai insanlar arasında çiftleşmek aşk demek değildi. Erkek, istek duyduğu zaman dişiye sahip olur, dişi de kendini koruyan erkeğin emrine ve arzusuna tabi yaşardı.

Dişi insanın böyle esir gibi yaşayıştan bizar olması da doğru değildir. Çünkü vahşi ve iptidai devirlerde erkek, dişisine karşı fena muameleye ve onu ezmeye lüzum görmezdi.

Erkek aslanın dişi aslanı dövüp hırpaladığı görülmemiştir.

Erkeğin kadını hırpalaması daha sonraları, yani ilk medeniyetin başladığı zamanlarda meydana geliyor. Nitekim bugün bile en medeni memleketlerde daha kuvvetli olan erkeğin kadını dövdüğüne tesadüf etmiyor muyuz? İnsanlar ne kadar iptidai olursa olsunlar, birbirine muhtaçtırlar. Bundan başka, hayvanlarda olduğu gibi dişi, yavrularını çıkardıktan sonra serbest olamıyor. Uzun müddet yavrularla uğraşmaya mecbur bulunuyor. İşte ilk insanlar arasında bile kadınla erkeğin bir arada yaşamalarına ve çiftleştikten sonra hayvanlar gibi ayrılmamalarına sebep bunlardır.

Bir arada yaşarken dişi yarın kendine yardımcı olacak çocukları yetiştirmeye uğraşıyor, erkek de onu korumaya ve onun payına avlanmaya katlanıyor.

Dişinin gebeliği ve doğumdan sonraki hali dolayısı ile erkek başka dişilerle de münasebette bulunduğu için mesela bir mağarada ve bir erkeğin eli altında birkaç dişi ve onların çocukları adeta bir horozun hâkim bulunduğu bir kümes halkı gibi yaşamaya başlıyorlar. İşte sosyologların tetkiklerine göre sonraları clanlar ve kabileler haline gelen insan cemiyetlerinin ilk şekilleri aşağı yukarı böyle olmak icap etmektedir.

Bu yaşayış sırasında karı koca arasında alışkanlıktan gelen bir bağ bulunsa bile tabii henüz aşk doğmuş değildi.

En vahşi devirler içinde aşkın doğuşu içten gelen bir intihabın ve tercihin ve zorlanmadan meydana çıkan muvafakatin neticesi olabilir. Erkek dişiyi ulu orta yakalayacak ve zorlayacak yerde ona mesela kemiklerden veya midye kabukları ile sedeflerden yaptığı bir gerdanlık vererek kendisinden gülme veya okşama gibi serbest bir muvafakat almaya lüzum gördüğü gün aşk artık doğmaya başlamıştır.

Demek ki aşk adını verebilmemiz için cinsiyet meyline biraz hayalin ve biraz da heyecanın karışması lazımdı. Etten gelen ihtiyacın ruhtan yükselen duygular ve düşüncelerle bezenmiş olması icab ediyordu. Bundan dolayı değil midir ki Balzac aşkı: “Hasselerin şiiri” Poesie des sens diye tarif etmiştir.

Vahşiler

Arasında

Aşk

Aşk ilk insanlar arasında sezilir gibi olduktan sonra yüksek ve asil bir duygu haline gelebilmek için herhalde birçok zaman geçmiştir. Çünkü onun yükselmesi manevi medeniyetin ilerlemesi demektir. Vahşi kavimler arasındaki seyahatlerini yazan muharrirler onun ne garip şekilde anlaşıldığı hakkında birçok misaller verirler:

Eskimolarda ve Aleutlar’da çok ikram ettikleri misafir erkeğe kadınlarını da tıpkı bir meyve sunar gibi tattırmak adetmiş. Meksikanın, Kamboç ve Malabarın bazı kabilelerinde evlenecek kızın ilk önce bir rahiple yahut bir yabancı ile bulunduktan sonra kocasına gitmesi âdeti varmış.

Fuejin ve Boşiman kabilelerinde evlenme denen şey yok gibidir. Her kadın her erkekle serbest münasebette bulunabilir. Ancak arada çocuk olursa kadın kendine çocuk veren erkekle yavru büyüyünceye kadar beraber yaşarmış, Şimali Amerika kırmızı derilileri arasında bir zaman yaşamış olan Carver bir gün şu garip hadiseyi öğrenmişti:

Herkesin bir komşu kadın hakkında hayranlık gösterdiğini anlayınca sebebini sormuş, meğer bu kadın kendisinin zengin ve tam sıhhatli olduğunu ispat için evine kırk tane kırmızı derili erkek davet etmiş, hepsini yedirip içirdikten sonra her biri ile ayrı ayrı münasebette bulunmuş. Bu suretle hem zengin olduklarını, hem de dayanıklı bulunduklarını ispat eden kadınlar kendilerine yüksek izdivaç temin ederlermiş.

Vahşi kavimler arasında aşkın ve izdivacın gösterdiği şekiller çok değişiktir. Tibetliler gibi birçok koca!’ kadınları bulunan kabileler vardır. Çok karılı kocaları olan kavimler ise dünyanın her tarafında bulunuyor.

Bazı yerlerde babalar kız çocuklarını en küçük yaşta isteyenlere satarlar. Bazı taraflarda da kızın bir muharebe esiri gibi olmasını temin etmek üzere nişanlı ile kız tarafı arasında bir boğuşma taklidi yapılır ve bu merasimden sonra erkek kızın sahibi sayılır. Afrika zencileri arasında evlenme çağına gelen bir genç kızın boncuklar ve kemiklerle süslenip takıştırarak pazar yerinde talip bulmak için dolaşması âdettir. Bazı vahşi veyahut yarı vahşi kabilelerde doğan kız çocukları gömmek âdeti vardı. Hatta vaktiyle Hicaz Araplarında bu korkunç adet bir ibadet yerine geçerdi.

İkinci halife Ömerni Müslüman olmadan önce üç dört yaşında bir kız çocuğunu gömdüğü ve sonra bunu hatırladıkça elem duyduğu meşhurdur. Kız çocuklarını yaşatmamak âdetinde bulunan kabileler, kadınlarını başka kabilelerden kaçırmak suretiyle temin ederlerdi. Hâlâ devam eden kız kaçırma âdeti bunun başka bir şekilde devamı gibidir.

Bugünün en yüksek sevdalarında bile bazen vahşi ve iptidai devirlerin izlerine tesadüf edilir. Nitekim Darvin’e göre öpmek, ısırmanın yumuşamış ve incelmiş bir şeklidir.

***

AŞK tarihinde bir efsaneler devri vardır ki insanların en uzak medeniyetleriyle başlar. Bu efsaneler, tabii inanılmaz masallardan ibaret olmakla beraber ait bulundukları milletlerin muhtelif meselelerdeki düşünüşlerini ve duyuşlarını ifade etmektedir. En güzel aşk efsanelerini Yunan ve Roma hurafelerinde değil, onlardan çok eski olan Türk hurafelerinde buluyoruz. Eski Türklerdeki “Aşk gecesi” inanışı bu güzel efsanelerden biridir. Yılda bir defa ve ilkbaharda bütün tabiatta istek ve şehvetin galeyan ettiğine inanırlardı. Bunun neticesi olarak bu aşk gecesinde her kadın nereye dokunsa mutlaka gebe kalırdı.

Meselâ Kırgız efsanesi bu aşk gecesinden doğmuştur. Sagın Han adlı bir hükümdarın güzel kızı bu aşk gecesinin sabaha yakın demlerinde kırk cariyesiyle gezmeye çıkıyor. Güneş doğmadan bir ırmağın kenarına geliyorlar. Irmağın suları gökyüzünden inen bir aydınlıkla gümüş gibi parlamaktadır. Suyun güzelliğine imrenen kızlar parmaklarını ırmağa daldırıyorlar ve bu temas neticesinde hepsi de gebe kalıyor. Bunu duyan hükümdar hepsini bir dağa sürüyor. Kırk kız orada doğurunca yetişen çocuklarından Kırgızlar meydana geliyor.

Meşhur Alanko veya Alongoya da böyle bir aşk gecesinde çadırın penceresinden sarışın ve mavi gözlü bir erkek haline giren bir ışıkla gebe kalmıştı. Kocası öldüğü için nasıl gebe kaldığına hayret eden ve kendisinden şüphe eden imparatorluk halkına işi yeminle anlatmış ve hiç yalan söylemediği için kendisine inanmışlardı. Yıldız Hanın torunu olan bu güzel kadından şu esraren giz gebelik sonunda üç erkek çocuk doğmuş ve Türk  Mogol imparatorluğu o üç çocukla devam etmişti.

En eski Türk hüküm darı ve kahramanı Teoman ile oğlu Mete arasındaki muha ebeye yine bir aşk hikâyesi karışmaktadır. İhtiyar hakan, genç hatunu, yani imparatoriçeyi çok seviyordu. Bu aşktan istifade ederek öz oğlunu veliaht yapmak isteyen hatun, Teomanın büyük oğlu kahraman Meteye yani üvey oğluna haksız bir iftirada bulundu ve kendisine âşık olduğunu söyledi. Baba ile oğul arasındaki uzun harpler ve bundan doğan büyük Türk imparatorluğu demek ki bir aşk efsanesine dayanmaktadır.

Denebilir ki eski medeniyetler arasında aşkın en güzel şekillerine ilk devirlerin Türkleri arasında rast gelinebilir. Çünkü onlarda cinsi müsavet vardı. Kadın erkeği ve erkek kadını sevebiliyordu. Hükümdar emirnameleri (Hakan ve hatun emrediyor ki) diye başlardı ki bu hale hemen başka hiçbir millette tesadüf edilmez. Eski Türk kurultaylarına ve şölen adı verilen her türlü toplanışlara ve ziyafetlere kadın da müsavi hakları haiz olarak iştirak ederdi.

En eski Türklerde bir erkeğin yalnız bir tane kadını olurdu. Hatta hükümdarlar bile birden fazla kadınla evlenemezlerdi. Hakanın hatundan başka bir kadın alması ancak hatunun razı olmasına bağlı idi. Bu suretle Çin prenseslerinden alınan ikinci kadına Konçoy adı verilir ve eğer bunlardan başka kadın almışsa ona da Koma denirdi. Fakat birinci kadının yani hatun veya Türkân denen asıl kraliçenin mevkii daima yüksek bulunurdu.

Eski Türklerde bakir kız ancak bakir erkekle, dullar da kendi aralarında evlenebilirler ve ihtiyarlar genç kız alamazlardı. Bu âdetler aşka ne kadar kıymet verildiğini göstermez mi?

Aşkın inkişaf ettiği ilk medeniyetlerden biri de Mısırdır. Orada kadın serbest, hatta çok serbestti. Kocalı bir kadın kocası ile bir arada oturmaya mecbur olmazdı. İstediği erkeği evine kabul edebilir, kocası ancak tercih edilen bir misafir olarak eve çağırdındı. Bundan dolayı kıskançlık davaları ve kanlı aşk maceraları pek görülmezdi.

Peygamber Yusuf ile Firavunun karısı Zeliha arasındaki aşk macerası en eski devirlerin aşk romanlarından biridir. Yusufun bu uğurda vezirken yedi yıl zindana mahkûm olması sevda uğrunda katlanılan felaketlerin eski bir timsalidir.

İsrail oğullarında yani eski Yahudilerde kadın ancak çocuk makinası sayıldığı için aşk ancak ikinci planda kalmıştı. Bir dul kadını ölen kocanın kardeşi almaya mecbur olur ve karısı doğurmayan bir erkek hizmetçisi ile de münasebette bulunmak hakkına sahip sayılırdı. Peygamber İbrahim karısı Saranın çocuğu olmadığı bahanesiyle cariyesi Haceri aldığı ve sonra bu genç kadını sevdiği, kıskanç karısından korumak üzere oğlu İsmaille birlikte Hicaz taraflarına götürdüğü ve arada birgidip onları ziyaret ettiği,yine eski devirlerin aşk masallarından biridir.

İbrahimin amcası oğlu olduğu rivayet edilen Peygamber Lut’un adı da eski aşk masallarının en garip ve en çirkin bir hatırasını taşır. Şimdiki Filistinde ve Lüt gölünün bulunduğu yerde yaşayan onun kavmi sevişmenin tabiat haricindeki her türlüsünü caiz görürmüş. Lut onlara nasihat etmiş, dinletememiş, nihayet Tanrı yaşadıkları diyarı bir göl haline koymuş ve aşkın en kötü şekillere konduğu bu Orgie yani cümbüş diyarını dalgalarla örtmüştür. Lutun memleketi battıktan sonra erkeksiz kalan iki güzel kızının babalarını sarhoş ederek nasıl ondan gebe kaldıkları da yine o devirlerin garip sevda masallarından biridir.

Eski Yahudi annesinde Esther ve Judith gibi güzelliklerinden ve sevilmelerinden istifade ederek milletlerine büyük hizmetlerde bulunmuş bir hayli kadın vardır ki Fransızların Jan Dark efsanesine benzeyen bu hikâyelerde daha fazla kadınlığın, güzelliğin ve aşkın rolü görülmektedir. Eski Yunan ve Roma mitolojilerindeki aşk bugünkü Avrupa san’at hayatını doğurmuştur denebilir. Tanrılara isnad edilen aşk efsaneleri o kadar çok dur ki bunların tafsilâtı ciltler doldurtuyor. Güzellik ve aşk Tanrısı Venüs ve onun Zeus veya Jupiter’le, Mars yani Merrih ile sonra yanar dağlar Tanrısı Vülken ile geçirdiği türlü aşk maceraları, Junon’un kıskançlıkları ve bunlar etrafındaki türlü hikâyeler bugünün Avrupa’sına yıllarca aşk dersi vermiştir. Trova muharebeleri de bir aşk masalının neticesi değil miydi?

Eski Yunanlılar aile ve kadın hayatı bakımından Atina ve Isparta’da birbirinden hayli değişik iki şekil gösterir. Atina’da kadın evinde, Isparta’da ise meydanda ve erkeklerle birlikte yaşardı. Atina’da kadın kapalı olmakla beraber Courtisante denilen umumi kadınların aşk san’atı adeta güzel san’atlardan bir şube haline girmiş gibiydi. Perikles’in âşık olduğu meşhur Aspasia böyle kadınlardan biriydi. Romanlar her şeyde olduğu gibi aşkta da Yunanlıların şakirdidirler. Eski Roma’ya ait aşk hikâyeleri içinde en meşhuru Sezara’la Mark Antoine’nın Mısırda Kleopatra ile geçen aşk maceralarıdır. İhtiyar Sezar dünyayı elinde tutmuşken on altı yaşındaki Kleopatraya tutulmuştu. Onun ölümünden sonra eski asırların bu en şivekâr kadınına esir olmak nöbeti Antoine’a gelmişti. Bu güzel ve muzaffer kumandanın yıllarca süren aşk macerası eski devirlerin en heyecanlı hikâyelerinden biri olarak kaldı.

***

ORTAÇAĞLARDAKİ meşhur aşk maceraları ilk devirlerdeki gibi birer efsane değil, tarihi birer hadise demektir.

O maceraların en meşhurlarını bile saymak için sayfalara değil, ciltlere ihtiyaç var. Onun için biz burada ortaçağlarda gerek şarkta, gerek garpta geçmiş meşhur sevda maceralarından birkaçını örnek olarak anlatacağız:

Ortaçağın en büyük hükümdar ve serdarı olan Attilâ kadınlığın kuvvete ve kahramanlığa nasıl meftun olduğu hakkında iyi bir örnek verir. Malum dur ki bu büyük Türk cihangiri çocukluk zamanlarını Romada geçirmişti. İhtimalki kendisini ilk genç çağında hazırlayan veyahut sonraları kahramanlık menkıbelerini duyarak uzaktan erkekliğini beğenen Honoria ortazamanların bahtsız sevda kadınlarından biridir. Bu kız Roma imparatoru üçüncü Valantien’nin yeğenidir. Yani kız kardeşi Placidie’nin kızıdır.

Avrupa tarihçileri bu kızın isterik bir şey olduğunu ve kan dökmekten başka meziyeti olmayan bir adama âşık oluşunun marazi bir hal bulunduğunu ileri sürerler. Honoria, Çin seddinden Alp dağlarına kadar o zamanki bütün dünyayı yıldırmış olan bu kahramanı sevmekle tam bir kadın olduğunu göstermiştir.

Bu kız günün birinde kendi adamlarından birine bir mektup, bir de nişan halkası veriyor ve onu kuvvetli bir atla yola çıkarıyor, Tuna havzasına doğru gönderiyor. Mektup gittikten sonra iş imparatora aksediyor. Giden süvarinin arkasından adamlar saldırıyorlar. Fakat o ilerlemiş bulunuyor. Nihayet mektup Hun imparatorunun eline varıyor. Fakat o zaman Attila sarayında dünyanın en güzel kızlarından yüzlerce cariye ve gözde vardır. Attila elbette ki Honoria’ya görmeden aşık olamazdı ve belki de böyle nişan halkası göndererek kendine talip olan bu kızın hareketini kadınlık gurur ve haysiyetini tanıyan bir Türk olmak dolayısı ile Attila beğenmemişti. Onun için mektupla yüzüğü saklayarak süvariyi cevapsız geri çevirdi ve zavallı Honeria da Ravenna’da bir manastırın bodrumuna hapsedildi.

Fakat aradan birkaç yıl geçince Attilâ bu meseleyi Roma’ya karşı harp açmak için bir sebep olarak ortaya sürdü. Şu macerada aşka karşı biraz katı yürekli gibi görünen koca Attilânın Avrupa dönüşünde genç ve güzel bir kadının koynundan ertesi sabaha ölü olarak çıktığını da unutmamalıyız. Aşk, en büyük cihangirleri bile yenen bir kudret olduğunu o hadise ile de ispat etmişti.

Ortaçağlarda Eponine ile Julius Sabinus’ün aşk maceraları da en büyük ve en hazin sevda hikâyelerindendir.

Roma imparatorlarından Vespasien siyasi bir meseleden dolayı Sabinus’ü ölüme mahkum etmişti. Şimdiki Fransaya yani Golvaya kaçan Sabinus’ü herkes ölmüş biliyordu. Hâlbuki yer altında bir mağarada saklı idi ve kocasını tapınırcasına seven Eponine geceleri gizlice mağaraya gider ve sabah ları evine dönerek halk arasında matemli bir dul rolünü oynardı. Her dakika bir ölüm tehlikesi bulunan bu macera tam dokuz yıl sürmüş ve Eponine mağarada ikiz çocuk doğurmuştu.

Günün birinde hadise meydana çıktı. Karı koca çocuklarla birlikte Roma’ya götürüldü. Zavallı kadının çocuklarını imparatorun ayaklarına atarak yalvarışı aşk tarihinde hakiki bir dramdır.

“Ben onları sana yalvarmak için daha kalabalık olalım, diye doğurdum”

sözleri Vespasien’i biraz yumuşatmıştı. Fakat etrafındakilerin tesirine kapılarak yine Sabinus’ü ölüme gönderdi ve kadını afetti. Lâkin kadın bu affı kabul etmeyerek kocası ile birlikte gömülmek üzere ölümünü istemiş ve bu arzusu yerine getirilmişti.

Orta zamanların pek hazin ve sonu çok müthiş olan bir aşk macerası da meşhur filozof Abelard ile sevgilisi Heloise arasında geçmişti. Asrında çok bilgili ve bilgisi nispetinde yüksek seciyeli bir adam olan Abelard asil bir aile kızı olan Heloise’e ders veriyordu. Aralarında yaş farkı azdı. İkisi de fikirce ve duyguca iyi ve yüksek yaratılmış insanlardı. Dersler ilerledikçe önce fikirleri, sonra ruhları kaynaştı. Bu sessiz ve temiz aşk önce bakışlarla ve sonra da dille itiraf edildi. Nihayet hoca ile talebe başka bir şehre kaçtılar ve orada gizlice evlendiler. Bu esnada bir de çocukları dünyaya gelmişti. Fakat günün birinde kızın amcası ve vasisi olan adam zavallı filozofu evinde yakalattı ve tenasül aletini kestirmek sureti ile ona müthiş bir ceza verdi. Zavallı Abelard bir manastıra çekilmeğe mecbur oldu. Heloise de ayni harekette bulundu. İkisi de yüksek duyarlı manastırların boş ve hazin yalnızlığı içinde yine uzaktan birbirini severek, fakat artık hiç görüşmeyerek bedbaht ömürlerini tükettiler.

Bu makine asrında, artık aşk ölmüştür, diyenler var.

Garptaki birçok meşhur aşk maceraları gibi şarkta da hayatın kapalı ve kadının örtülü olmasına rağmen şöhret bulmuş sevda vakaları vardır.

Harunirreşidin kız kardeşi Abbasa ile aslı Türk olan meşhur Bermeki hanedanından vezir Caferin sevişmeleri bunlardan biridir. Abbase güzel olmakla beraber gayet zeki bir kadın olarak tanınmıştır. Harunürreşit kız kardeşile sevgili ve çok dirayetli vezirinin bir arada ve kendi meclisinde bulunmalarını temin için aralarında evlenmemek şartı ile bir nikâh kıydırmıştı. Türk olan vezirin bir Arap halife ailesinden kız alması onların ananelerine uygun gelmiyordu. Hâlbuki Müslümanlık kadının yabancı erkek meclisinde bulunmasına engeldi. Bundan dolayı Harunürreşit böyle muvakkat bir nikâh yaptırmayı mahzurlu bulmadı. Fakat Abbase ile Cafer hükümdarın meclisinde tanıştıktan sonra yavaş yavaş sevişmeğe başladılar. Zaten aralarında nikâh da bulunduğu için Harunun haberi olmadan dışarıda da görüştüler. Nihayet bu buluşmalardan bir de çocuk dünyaya geldi. Fakat Harunürreşit işi haber alınca onları yalnız ayırmakla iktifa etmemiş bütün Bermeld hanedanını mahvetmek sureti ile bu masum sevdayı korkunç bir ceza ile karşılamıştı.

Son Zamanlarda Aşk

Sosyal devrimlerin meydana getirdiği değişiklik, aristokrasinin ortadan kalkması, içtimai sınıfların silinmesi, yaşayışın maddileşmesi ve hele kadının da erkek gibi ve onunla birlikte çalışmaya başlaması dünyanın her tarafında sevda şekilleri üzerinde de büyük tesirler yaptı. Hattâ bundan dolayıdır ki bu makine asrında aşk artık ölmüştür hükmünü verenler var.

Bu hüküm sevda maceralarında orta çağların dolambaçlı şekilleri olmayacağını düşünmekten ileri geliyor. Eskiden garpta ve Müslüman olmayan milletlerde kadın örtü kullanmaz, fakat erkekle birlikte çalışmazdı. Hatta şarkta ve Müslümanlıkta harem ve selamlık ayrılışları, ferace, çarşaf, peçe, kafes engelleri o zamanın sevdalarına garip bir sır, merak veren bir sergüzeşt çeşnisi verirdi. Fakat bunların ortadan kalkması ile aşk da kaybolmuş denebilir mi? Belki bugün o dolambaçlı ve hele tabiat harici şekillere tesadüf edilmeyecektir. Üniversitelerde, atölyelerde, barolarda ve kliniklerde dirsek dırseğe çalışan, kazanç meydanlarında ve spor sahalarında yarışan, plajlarda çırılçıplak didişen kadınla erkek bugün birbirini en geniş bir hürriyet içinde seçmek ve en tabii şartlar içinde sevmek imkânına sahip bulunuyor ve kadın artık korunmaya ve yardıma daima muhtaç, aciz ve zayıf bir mahlûk olmaktan kurtulmuştur.

Hayatın her şekli gibi sevda da büyük bir istihale geçirdi. Fakat insanlığın en kuvvetli bağı olan aşk için ölüm yoktur ve onun tarihi insanlıkla birlikte devam edip gidecektir.

İbrahim Altiettin Gövsa (7 Gün, 1933)

  • tag
  • AŞK
  • İBRAHİM ALAATTİN GÖVSA
Paylaş

CEVAP VER