Caddeyi dolduran insan kalabalığı içinde nelere rastlanır? İkramla karşılaşıp ikrarla uğurlanan misafirler…
Yazan: Cemre (Olay Mecmuası, 1944)
İstanbul’un muhtelif semtlerinden öteden beri birçok röportajlar yapılmıştır ve hâlâ da yapılıyor. Fakat, böyle birkaç sütunluk, birkaç yüz sahifelik röportajlarla değil, yüzlerce ciltlik kitaplarla dahi bu şirin şehri olduğu gibi anlatmaya imkân var mı?..
Ben de Olay sütunlarında, İstanbul’un bugünkü hayatı etrafında bazı ufak tefek notlar karalamaya yeltendim. Bu işe; becerebilirim iddiası ile girişmediğim için hatalarımın hoş görüleceğini umuyorum.
Bugünkü İstanbul’un bazı semtlerinde gece hayatına şöyle bir göz atmak istedim. Aksi gibi, yağmurlu bir geceye rastladı. “Başka bir gece yok mu idi?” diyeceksiniz. Haklısınız. Başka bir gece değil, bir çok geceler var amma, bu mevsimde onların yağmursuz olacağını kim temin edebilir?..
Velhasıl yağmurlu bir gecede yola çıktık. Saat sekizi geçiyor. Tramvaylar, sinema, tiyatro meraklıları ile dolu. Arka basamakta, fırtınadan menteşeleri sökülmüş bir çift köhne dükkân kepengi gibi birbirimize çarpıla savrula gidiyoruz… Tepebaşını geçtik, İngiliz sarayının önündeki virajda tramvaydan atladık. Ahmak ıslatan yağmuru altında güzelce ıslana ıslana yürüyoruz! Karşıda Galatasaray Lisesi, kapı yanında eski karakol harabesinin önüne çekilen kırık tahta havalelerle, diş ağrısından şişen yanağına yakı yapıştırmış bir nazenin küskünlüğü ile bizi seyrediyor. Yağmur, İstiklal caddesinin mütad kalabalığını hiç de eksiltememiş. Sağlı sollu kaldırımlarda köpüklü nehirler gibi akan kadınlı erkekli gruplar, kâh bir mağaza vitrininin ışık selleri altında çiçek kümeleri gibi renk renk dalgalanıyorlar; kâh sokak başlarının koyu karanlıklarına dalıp esrarlı hayaletler gibi gözden siliniyorlar. Yan sokak aralarından inceli kalınlı mırıltılar duyuluyor:
— Daha ileriye gidemem. Çok karanlık burası.
— Korkuyor musun? Karanlıkta seni yiyecek değilim ya! Konuşa konuşa arka caddeye çıkalım.
— Hayır, hayır! Ya bir sinemaya girelim, yahut bırakınız eve döneyim.
Daha ilerilerde bina pencerelerinden sızan soluk, puslu ışıklar arasında birbirlerine yaklaşan, sokulan, yapışan gölgelerin, bir ayak tıkırtısı duyar duymaz ürkek sıçrayışları fark ediliyor. Öteden, birinin, boğuk bir sarhoş narası:
— Kolay gelsin be imanm! Afiyet şeker olsun!…
Ayak patırtıları hızlanıyor, gölgeler koşuşu-yor. Sinema kapıları karınca yuvasından farksız… Cadde ortasındaki kahvelerin, kıraathanelerin puslu camları ardında küme küme gölgeler kımıldanıyor, bardak şıngırtıları, tavla şakırtıları, kahkahalar duyuluyor, Durmadan açılıp kapanan gazino kapılarından saçılan ispirtolu, ılık havaya çalgı, şarkı uğultuları karışıyor. Kapıları kilitli mağazaların binlerce mumluk ampullerle aydınlanan süslü vitrinleri birer mıknatıs cazibesi ile gözleri çekiyor. Neler yok ki… Bin bir çeşit lüks eşya arasında, olmayan bir tek şey var: “50 lira” dan aşağı rakamlı etiket… Ve, itina ile donanmış vitrinlerin ortasında bir tezat; Tasarruf haftasına ait afişler göze çarpıyor: “Yurddaş! Paranın kıymetini bil, onu israf etme!”…
Saat, sekiz buçuktan sonra cadde tenhalaşmağa başlıyor. Kalabalık kümeleri, sinema, tiyatro, gazino, meyhane kapılarında eriyip kayboluyor. Şimdi caddede, sokak fenerlerinden kaldırımlara doğru incecik billur çubuklar halinde uzanan yağmur serpintileri altında kâh sinema kapılarına, mağaza vitrinlerinin önüne dikilip dalgın dalgın bakınarak; kah ne yapacağını nereye gideceğini bilmeyen sinir hastaları gibi âvare dolaşan tek tük yolculara rastlanıyor. Bu köşede üç delikanlı yaşlıca bir adamın etrafını sarmışlar, yavaş sesle konuşuyorlar, adam ballandıra ballandıra anlatıyor:
— Piliçleri görseniz bayılırsınız. Hepsi de kınalı keklik.
Kısa bir pazarlıktan sonra uyuştular. Yaşlı adam önde, delikanlılar arkada karanlık sokağa girdiler. Uzaktan takip ediyoruz. Sağa sapıldı, sola dönüldü, arka caddelerden dolaşıldı, ilk girilen sokaktan bir kaç defa geçildi, daracık sokaklarda birçok zikzaklar yapıldı. Galiba öndeki rehber, gidilecek yeri delikanlıların kolayca öğrenememeleri için uzun dolambaçlarda gözlerini karartmağa çabalıyor…
Nihayet bir köşe başında durdular. Yaşlı adam ürkek bakışlarla etrafı gözden geçirdikten sonra karşıdaki karanlık aralığa daldı. Delikanlılar da ayaklarının ucuna basarak koşa koşa sokağa girdiler. Kendilerini daha fazla takibe vaktimiz müsait değildi, döndük.
O saatlerde büyük sinemaların arka tarafındaki sokakta da hummalı bir faaliyet başlıyor. Aydınlık kalabalık bir sokak. Boydan boya her evin pencerelerinden, kapılarından ışıklar saçılıyor. Bu sokakta dolaşanların hepsi türlü kıyafetlerde erkek gruplar. Çoğu sendeliyor, yalpalıyor, ağızlarını çarpıta çarpıta şarkı mırıldanarak evlerin kapılarına sokuluyorlar. Her evin kapısı açık. İç koridordan kapı eşiklerine, merdiven basamaklarına kadar kadın sürüleri dizilmiş. Pörsük vücutlu pejmürde tuvaletli, türlü biçimlerde, türlü kılıklarda, genç, orta yaşlı kadınlar, sigara dumanları arasından yılışık kahkahalarla göz süzerek, nezleli, kart seslerle açık saçık meyhane türküleri söyleyerek, ara sıra galiz küfürler savurarak nazarı dikkati celp edip yarı çıplak vücutlarını teşhire çalışıyorlar. Pencerelerden dağınık saçlı, suratları boyalı başlar uzanıyor, gelip geçenlere cinaslı lâflarla, kaş göz işaretleri ile ıslık vızıltıları ile davet cilveleri savuruyorlar. Her eşikten erkek gruplarının üçü girip beşi çıkıyor. Ekseri kapıların önlerine ki-misi ak, kimisi kır, kimi kınalı kıvırcık saçlı, çikolata derili manken gibi kadınlar dikilmiş, halim, selim bir eda, mütebessim bir çehre ile sessizce gerdan kırıyorlar. Gelen misafirler ikramla karşılanıyor, gidenler ikrahla uğurlanıyor.
Saat on birden sonra tramvay caddesinde yine kaynaşma başlıyor. Sinema kapılarından setleri açılmış barajlar gibi insan selleri fışkırıyor. Caddeye fırlayan gruplar, koridordaki itişip kakışmanın sersemliği ile şaşkın şaşkın etrafa bakınarak tramvay duraklarına koşuşuyorlar. Telaşlı konuşmaların mevzuu hep sinema. Yan yana beraberce seyrettikleri filmi aynı heyecanla birbirlerine anlatıyorlar. Cadde ortasına dikilip kurşun hızı ile geçen boş otomobillere haykırarak el işaretleri yapan kabadayılar boş yere tepinip yoruluyorlar.
Barlar, gazinolar da birer ikişer boşalmağa başlıyor. Bir bar kapısının yanında kasketlerini ellerine almış, başları ustura ile kazınmış, aba paltolu üç kişi telaşlı telaşlı etrafa bakınarak konuşuyorlar:
— Ülen! garı ne yana getti?
— Benim önüm sıra gapıdan çıhtı emme aha şuracıhda gayboldu.
— Gordün mü başımıza gelenleri! Paraları peşin aldı, sonra da bizi bırahup gaçdı âşifte garı
Saat 1… Cadde tamamıyla tenhalaşır. Herkes evine, yuvasına çekildi. Saçak altlarında ayak sürten tek tük kadınlara rastlanıyor. Kaldırımlarda sendeleyen süzük gözlü, yayık ağızlı sarhoş döküntüleriyle fısıldaşıyorlar, küflü dişlerini sırıtarak gülüyorlar, birbirlerine sigara ikram ediyorlar ve kol kola girip karanlık sokaklara dalıyorlar. Bundan sonra sabahçıların faaliyeti başlıyor. Pastaneler kapanıyor. Akşam yemeğinde bir tas işkembe çorbası içtikten sonra pastaneye girip bir bardak çayla bu saate kadar masa başında koltukların, sandalyelerin kenarlarına yaslanıp uyuklayan sokak sabahçıları gözlerini oğuşturarak çıkıyorlar. İşine veya evine gecikmiş adamlar gibi telaşlı yürüyüşlerle sağa sola dağılıyorlar. O sokak senin, bu sokak benim; dolaş babam dolaş! Saçak altlarında, kapı köşelerinde dinlene pinekleye bu dolaşmalar sabaha kadar devam edecek. Ertesi gün sorarsanız vereceği cevap şudur:
— Dün gece Beyoğlu’nda sabaha kadar eğlendik…