O ZAMANLAR bizler, Müslüman ekseriyeti, hele İstanbul tarafı böyle bir şeyin hemen hemen hiç farkında değildik. Esasen devrin hem dini, hem mali takvimine göre yılbaşı, iki kânun ayını biri birine bağlayan gece yarısına rastlamazdı. Din itibariyle sene başı Muharrem ayının, maliyecilik bakımından ise Martın biri sayılırdı. Biri sene-i hicriye, öbürü sene-i maliye başı.
Bunlar kutlanmaz mı idi? Kendine göre kutlanırdı. Mesela Muharremin birinci günü teşrifata dâhil olan zevat davetname gelmemekle beraber Yıldız Sarayına gider, yüz yüze gelmeden Padişaha tebrikatını arz ederdi. Bir defasında babam beni de önüne katıp götürmüştü.
Geniş bir Pavyona girdik, içi tebrike gelen çoğu sakallı, pek azı matruş yüzlü fakat belirgin bıyıklı insanla dolu. Herkes bekleme halinde, Nedir bekledikleri? Öğrendim nihayet: yan taraftan bir kapı açıldı, redingotlu üç efendi göründü. Arkalarında da bir kaç kişi daha. Bu sonuncuların ellerinde ufacık torbalar var.
İlk giren üç efendiden biri dolgun vücutlu. Bir noktaya daha dikkat edivermişim: Sırtındaki redingotun içi kürkle kaplı, kenarından görünüyor. O zat konuşmadı; yanındaki zayıf ve silik adam ise bir şeyler mırıldandı. Galiba Hünkârın selâm ve teşekkürünü tebliğ etmişti. Kalabalık uğuldadı.
Derken torbalar açıldı. Yaklaşana çil çil birer çeyrek altın dağıtılıyordu. Babam yanaşmadı, tabiatıyla ben de alarga durdum. Merasimden boş çıktık. Dolgun zat başmabeyinci Hacı Ali Paşa imiş, zayıfı da adı ile sanı ile Arap İzzet Paşa. Resmi unvanı şu idi: Karini Sanii Hazreti Padişâhi.
Ne o gün, ne Muharrem başı devlet daireleri tatil bilmezdi; hatta padişahın tahta çıktığı 19 ağustosta bile memurlar işlerinin başına gelirdi. Bütün tatil — cumalar müstesna — iki bayrama mahsus sekiz günden ibaretti bütün sene içinde.
Mali sene başına rastlayan 1 Martta balıkhanede sadece kurbanlar kesilir, dualar okunurdu; hepsi bu kadar! Şimdiki Miladi yılbaşından İstanbul semti halkının haberi olmazdı; ancak bankalar ertesi günü kapalı bulunurdu. Zaten şehir ahalisinin çeşitli cemaatleri kendi mezhep ve inançlarına göre ayrı bir yılbaşı tanıdıklarından biri bayram ederken öbürü bayramı beklerdi. Umumi bir yılbaşı yoktu. Hele Museviler bugün yaptıkları gibi Frenklerin yılbaşlarını kutlamağa hiç yanaşmazlardı. Yanaşmadıkları için de Kânunuevvelin son gecesi Beyoğlu bile göze batacak derecede ayaklanmazdı.
Ancak gizli ve yarı gizli kumarhanelerde hareket artardı ama oralara da kumarbazlardan başkası girmezdi ki!
Peki, yılbaşını kutlama âdeti Müslüman halk arasına ne zaman girmiştir? Benim hesabıma göre Mütareke devrinde, bilhassa çok kullandıkları o sözden dolayı kadınlarına “haraşolar” dediğimiz beyaz Rus akını başladıktan sonra! Beyaz akın, yerli ekalliyet hafifmeşreplerini bir ara itibardan düşürmüştü.
Mütareke yılbaşlarına kadar bizler saat alafranga on ikiyi çalarken ışıkların söndürülmesi düzenbazlığını bilmezdik; limandaki vapurların da bu merasime düdük çalarak katılmalarını yine o işgal senelerinde öğrenmiştik.
Esasını ararsanız Müslüman halkı büyük sayıda Beyoğlu tarafına alıştıran da haraşolar oldu. Zira beyaz Rus dilberlerine Çemberlitaş civarındaki meyhanelerde dahi rastlanırdı ama asıl kibarları ve gerçek asilleri daha ziyade Beyoğlu lokanta ve kumarhanelerinde hizmet görürdü.
Bunlardan bazılarının şahsiyetli ve cazibeli güzellikleri halâ zihnimden silinememiştir. İyice hatırlıyorum: Bir akşamüstü Tünele binmiştim; içeriye bir düzineden fazla genç, endamlı, çoğu açık sarı saçlı, pürüzsüz tenli, gözleri harikulade güzellikte mavi veya menekşe renkli kadın hücum etti. Şaşırıp kaldık. Nereden inmişti bunlar? Göklerin kaçıncı katından?
Meğerse o gün Odesa’dan gelen bir vapur ilk kafileyi az evvel limana boşaltmış. Cennetten değil, kızıl cehennemden geliyorlar, canlarını zor kurtarmış bu huriler!
Haftalarca huri akını devam etti; aralarında apoletleri koparılmış zabit kaputlariyle tipik Çarlık Rusya generalleri, miralayları da vardı. Bunlar az sonra sokak başlarında “punçi” denilen pastalarını ve elleriyle ördükleri hamaklarını, kadınları da lokanta, meyhane ve kumarhanelerde güzelliklerini satmağa koyuldular.
İşte İstanbul halkı, memlekete yabancı ordular zabitleri tarafından umumi şekilde tertiplenen Frenk yılbaşısını ilk defa bunlarla kutlamış, ışıkları gece yarısı sönünce bu gurbetzedelerle sarmaş dolaş, işgal altındaki memleketinde kendi gurbetzedeliğini yine haraşolarla teselliye çalışmıştır.
Tarihe mim koymamız lazım. Zira şehrin anane ve adetleri o yıldan itibaren sarsılmış, Haliç’in öte yakasındaki Müslüman İstanbul yine bu tarihte Beyoğlu’na ayak alıştırmış ve nihayet Beyoğlu tarafına göç etmeğe başlamıştır. Şişli’nin kesif şekilde Müslümanlaşması da bundan sonradır. Beyaz Rus akını hiç şüphesiz İstanbul’un zevkini değiştirmiş, frenkvari gece eğlencelerine ilk kapıyı açmıştır. O kısa süren Haraşo akınının hızı çabuk geçmiş, lakin izi derinine işlemiştir.
Arkasından gelen Garplılaşma hareketi, kaçgöçün kalkması, balolara rağbet bize tabiatıyla yılbaşı geceleri sabahlama âdetini de kabul ettirdi. Ama dikkat ediniz: Bu âdetin sadece eğlence tarafını almışızdır. Zira bizdekinin Hristiyanlardaki gibi dinle hiç alakası yoktur, hayır ve hasenat işlemekle de, hele bir hafta evvel gelen Noel ile de!
Tuhafı şudur ki tek geleneğimize dayanmayan bu yepyeni âdete yani yılbaşı sabahlamasına bütün adet ve bayramlarımızdan fazla bir gayretle, dört elle sarılmış haldeyiz, şimdi! Meğerse lazım imiş. Bakalım şehirden köye de gidecek mi?
Refik Halid KARAY (Panorama, 1954)