Yazan: KANDEMİR (1936)
1926 senesinin bir yaz günü Varşovada aklıma esti, aynanın karşısına geçtim. Saatlerce uğraşarak, itina ile makyajımı yaptım. Sonra, ne zamandan beri öteden beriden toplamış olduğum şu yamalı pantolonu, etekleri ıslık çalan bonjuru, yakayı giyindim, kuşandım, salapurya yavrusu pabuçları ayağıma geçirdim, melon şapkayı da darmadağınık saçlarıma oturttum, elime de mini mini, boğum boğum hezaren bastonu aldım, fırladım sokağa…
Hakikî Şarlonun aksamayan, onun gibi güldüren mukallidi ve karısı, sahnede de arkadaşlık ederler..
Hiç kimsenin yüzüne bakmıyordum… Ve filmlerini seyrede ede, gece gündüz kendi kendime, odamda meşk etmekten de usanmayarak bütün mimiklerini, bütün hal ve tavrını, kızışını, gülüşünü, yürüyüşünü öyle benimsemiş, öyle kopya etmiştim ki Şarlonun… Şimdi, kendi hareketlerimi, kedi tabiatlerimi bile unutmuştum.
En kalabalık caddeye çıktım. Evvelâ bir polis yolumu kesti:
-“Dur bakalım… Bu ne hal? Dedi.
İstanbuldaki Şarlo makyajdan ve sahneden kurtulunca bambaşka bir şahsiyettir.
Onu şöyle bir tepeden tırnağa kadar süzdüm, sonra yampiri yampiri yürüyerek yoluma devam ettim. Zavallı polis kahkahadan sözüne devam edemedi.
Peşimdeki çocuklara, kadınlar, erkekler, yaşlı başlı adamlar, zabitler, memurlar, her sınıf halk katılmıştı… Fakat ben hiç birine aldırmadan, bir kalender seyyah gibi yoluma devam ediyordum. Tam üç saat bir baştan öbür uca şehri, arkamda gittikçe kabaran kafile ile dolaştım. Kâh alkışlandım, kâh kahkahalarla karşılandım… Ve şehre sonsuz bir neşe verdim.
Makyaj ve kıyafet hilesi onu hakiki benliğinden ayırıyor, Şarlonun bir kopyası yapıyor.
Ertesi gün bazı gafil gazeteler “Şarlo Varşova’da!” serlâvhasile meşhur sanatkârın Lehistan topraklarında bulunduğunu müjdelediler, bazıları da oyunun farkına vardılar fakat istisnasız hepsi lehimde bulundular.
İşte Avrupanın bu büyük sanat şehrinde bütün halkın huzurunda tek başıma geçirdiğim bu imtihanın muvaffakiyeti bana cesaret verdi ve o günden beri ben de bir ikinci Şorloyum!”
Hakikaten pek ustaca bir makyajla, hele Şarli Çaplin’in en karakteristik hareketlerini benimseyişle ondan farksız bir hale gelen bu Macar artistine:
-“İstanbul’da niçin sokağa çıkmıyorsun? Diyorum.
Holivut Şarlosunun buradaki benzeri, hem karısı, hem de sahne arkadaşıyla yan yana.
Koca pabuçlu ayaklarını çevik bir hareketle çaprazlaştırıyor, kırılacakmış gibi eğrilen bastonuna yaslanıyor:
-Burada sokaklar dar diyor yolları tıkıyorsun diye sonra beni karakola götürürler…
Ve şöyle kırıta kırıta bir aşağı bir yukarı dolaşarak konuşuyor:
-“Ben sade Varşova’da değil… On senedir her yerde bu kılıkla sokaklarda dolaştım. Peştede, Pariste, Viyanada, Berlinde, Pragda, Atinada. Alın bakın, işte bütün bu memleketteki gazetelere…
-“Memnun musun bu hayattan?
-Elbette… Diye bağırıyor evvelâ Şarloyu çok severim, ona benzemekle mesudum. Sonra da gece gündüz sağıma soluma neşe saçıyorum. Hayatta bundan zevkli ne var?
Ve kulağıma eğilerek fısıldıyor:
-“Peştede bütün bir âlem işsizlikten kıvranıyor, ben ise on senedir mis gibi geçiniyorum. Ne yaman artistler bilirim ki, bugün oralarda köşe başlarında keman çalarak dileniyorlar, hâlbuki ben bu taklit sayesinde ömrümün sonuna kadar hayatımı emniyet altına almış bulunuyorum.”
-Asıl Şarloyu hiç görmedin mi?
-Yazık ki hayır… Fakat ilk fırsatta, belki önümüzdeki sene Amerikaya gideceğim ve ustamın elini öpeceğim. Ona çok borçluyum…
-Ne gibi?
-Ne gibisi de var mı ya… Evvelâ bu sayede geçiniyorum.. Sonra da Avrupa’nın her tarafında kaç senedir onun namına hediyeler topluyorum.
Şekerlemeler, çikolatalar, çiçekler, kravatlar,… Hattâ oyuncaklar, kucak kucak geliyor. Burada İstanbul’da bile bir hayli hediye verdiler… Belli ki en sevilen artist Şarlodur.”
Şimdi karşıma geçti, kuruldu, oturdu:
-Hattâ diyor birçok yerlerde izdivaç teklifleri bile aldım. Sinirli bir Alman kadını bir gün odama geldi: “Benimle evlen zenginim, kimsem de yok..” teklifinde bulundu. Kadıncağız fena değildi. Aklım bu izdivaca biraz yatarken, bizim müstakbel zevce tek şartını ortaya attı: “Fakat daima böyle Şarlo kılığı ile gezeceksin” bu kadıncağıza Amerika istikametini gösterdim ve:
-“Yanlış geldiniz, dedim, yüzde yüz Şarlo o taraftadır!
Şarlo mukallidihe, ustasının hangi e serlerini sevdiğini soruyorum:
-Ben diyor Şarloyu severim. Hangi filminde olursa olsun vak a beni alâkadar etmez. Gözüm sade ondadır. İsterse hiç bir dekor olmasın, o yalnız başına çıksın bana kâfidir.”
-“Bu hayatta başına garip vak’a lar geldi mi?
Bastonunu, havadaki parmaklarının arasında fırıl fırıl döndürerek, hatırladığı vak’anın keyfiyle kahkahayı salıveriyor:
-“İtalya’ya giden bir seyyah vapuruna binmiştim. Tabiî asıl ismim ile ve asıl hüviyetimle seyahat ediyordum. Akşamüstü tam yemek zamanı kamarama kapandım, takım takla vatımı çıkardım, yarım saat içnide Şarlo oldum. Ve yavaş yavaş büyük salona çıkan merdivenleri tırmanmaya başladım. Tam merdiven başında elinde tepsisi ile bir garson karşıma çıktı. Beni görür görmez evvelâ şöyle bir durdu, sonra sendeledi, kendini tutamadı, şaşkınlıkla tepsiyi oradaki bir heykele çarparak yere yuvarlandı. Bu şangırtıya koşan iki garson karşılarında beni görünce afalladılar, Ne yapacaklarını şaşırarak bastılar kahkahayı.. Ve ben bu sırada, Şarlonun o meşhur bönlüğü ve azametiyle dalgın dalgın ve yavaş yavaş üç yüz kişinin yemek yediği parıl parıl ve muhteşem yemek salonuna girdim. Eh, görmeliydiniz hali… Bir anda orkestra sustu… Gözler bana çevrildi, ağızlar açık, herkes hayret içinde.. Ve bir lâhza süren bu tereddütten sonra çılgın bir alkış tufanı ortalığı sarstı. Bütün yolcular yerlerinden fırlamışlar avuçlarını patlatırcasına çırpınıyorlar ve bağırıyorlar:
— Yaşa Şarlo… Yaşa!… Şarlo… Şar- lo!….
Zarif bir hareketle kırılıp dökülerek şapkamı çıkardım, bunları tekrar tekrar selâmladım ve foyamı meydana çıkarmamak için o kargaşalıktan istifade ederek ustalıkla ortadan kayboldum.
Şaşırdıkları için kimse arkamdan gelmedi. Bu sefer merdivenleri dörder dörder indim, yemek zamanı olduğu için tenha bulunan koridorları geçtim kamarama koştum. Ve bir lâhzada kıyafetimi değiştirerek, hiç bir şeyden haberi olmayan bir yolcu gibi, arka taraftan güverteye çıktım. Ve yavaş yavaş piyasa ederek sakin bir tavırla yemek salonuna doğru ilerledim. Burada hâlâ kıyamet kopuyordu. Yolcular biri- birlerine girmişlerdi:
—Şarlo vapurda…
—Bulalım onu… Neden bizden kaçtı?. Diye tepinip duruyorlardı,
Garsonun birine sokuldum:
—Ne olmuş… Ne var? Diye sordum.
—Demin Şarlo buraya geldi, fakat bir lâhzada yine ortadan kayboldu, şimdi kaptan da, yolcular da onu arıyorlar… Dedi.
Ve bize kulak misafiri olan öteki garson, bu kargaşalığa kızgınlığı kadar, onu elden kaçırmış olmanın da hırs ile, mırıldandı:
—“Köpoğlu herif bir ele geçse!..
Bu sunturlu küfrü sessizce hazmettim ve yolcuların arasına karıştım, onlarla beraber bağırmaya başladım:
—Şarloyu bulalım… Bütün vapuru alt üst edelim, onu mutlaka ele geçirelim…”
Şarlo mukallidi hâlâ o günkü gibi gülerek:
—İşte benim en tatlı hatıram budur. dedi.
Yazan: Kandemir (1936)