Son sıralarda, Babıali’nin boyalı kesimiyle Yeşilçam’ın işbirliği sonucunda ortaya çıkan garip bir durumla karşı karşıya kaldığımız gözleniyor. Aslında, içinde bulunduğumuz mevsimde iyice belirginleşen bu olguyu, Güneş gazetesinin, 1982’de ilk yayınlanmaya başladığı günlere götürebiliriz. Tabii, o tarihten önce de fotoroman, dergilerle ve gazete sayfalarıyla oldukça yaygındı ülkemizde. Bir filmin fotoroman olarak gazetelerde yayınlanması, 1983’lerde ilk kez Metres’le başlatıldı diyebiliriz ve bize özgü “dünyada eşi-benzeri olmayan” bu akım, her Allahın günü okuyucu-seyirci kitleleri üstünde etkinliğini sürdürüyor günümüzde.
Bilindiği gibi, kuramsal açıdan sinemanın en küçük birimi olan çekimi görüntüler, oluşturur ve görüntü bir başına, yalnızca fotoğraf olmaktan öteye pek bir anlam taşımaz. Sinema sanatı, zaman içinde çeşitli öğelerin yan yana getirilmesiyle akıp giden bir değişimin görüntüsünün, ya da görüntülerinin oluşturduğu çekimlerin art arda eklenerek hareket kazandırılması ve kurgulanması sonucunda meydana gelir. 1950’li yıllarda özellikle İtalyanların, kulakardı edilemeyecek denli becerikli (!) katkı ve çabalarıyla ağırlık kazanan ve bizim gibi ülkelerde gittikçe yaygınlaşan fotoroman ise, donuk ve cansız bir fotoğraflar evreniyle, popüler kitle kültürünün tüm ucuzluklarını kuşanarak, kötü edebiyatın bayağı duyarlıklarını bitmez tükenmez bir biçimde, tefrika ederek örnekler durur, bezdirmeyle ve usandırmayla karışık.
BİR SAPTAMA…
Evet, diyeceğimiz fotoromana yeni bir çeşni kazandırarak (!), sinema salonları, video ya da televizyon ekranından sonra (yoksa önce mi demeli?), bir filmi tefrika halinde günlerce fotoroman çerçevelerinden izlemeyi (ya da izletmeyi) de başardık sonunda. Sinema ortamındaki bunalımın gittikçe daha ağır bir biçimde ve en son KDV’nin katkısıyla daha da katmerleşerek, kendini duyurduğu bu mevsimin belirgin özelliği haline dönüşen bu yeni, “alaturka” yöntemin, bunca tutmasının nedenlerinin aslında büyük giderlerle ortaya çıkan filmlerin çoğu kez “maliyetini” bile kurtaramamasından kaynaklandığını ileri sürebiliriz rahatlıkla.
BABIALİ – YEŞİLÇAM İŞBİRLİĞİ…
Geleneksel fotoromanın zekâ düzeyi oldukça geri kalmış, bayağı örneklerinin, üstelik bütün ülke yüzeyinde yaygınlaşmış “boş vermişlik kültürü” arabeskle bir güzel kaynaşarak sürekli üretilmesine, öteden beri yeşil ışık yakan Babıali’nin magazinsel kesiminin pompalamasıyla, mali açıdan içinde bulundukları çıkmaza bir nebze olsun çözüm bulabilen yerli sinemacıların “bir filmi fotoromanda izlemek” olgusuna dört elle sarılmalarını anlamak mümkün. Ama gazetelerin “fotoromana her zaman talep vardır” anlayışıyla, çarşaf çarşaf sayfalarında film fotoromanlarına yer ayırmasını ve bunu giderek gelenekselleştirmelerini anlamak oldukça tartışma götürür doğrusu. Boyalı basının işlevini, nasıl olması gerektiğini gündeme getirmek konumuzun dışında kaldığından, “aslında alanın da, satanın da”, okuyucu ya da seyircinin (!) de memnun olduğu bu durumun, karşılıklı çıkar ilişkilerinden kaynaklandığını ve bunca serpilip gelişerek bugünlere gelindiğini belirtmek için lafı uzatmaya pek gerek yok aslında. Gerçi yabancı sinemayla uğraşanlardan, yabancı film dış alımcılarından daha iyi bir durumdadırlar yerli sinemacılar, seyirci ve gişe açısından ama eninde sonunda, onlar da sinema alanındaki genel bunalımın kıskacındadırlar. Ve en azından, 20-25 milyon Türk Lirası’na mal olacak ve büyük olasılıkla giderini bile karşılayamayacak bir yerli filmin “muhtemel” açığını kapamak için fotoromana başvurulmasını hoşgörüyle olmasa bile, anlayışla kabul etmek, insaflılık ölçüsündendir.
Şimdiye değin yerli film yapımcılığında ortada dönen nakit paranın kaynağı sayılan bölge işletmecileri artık, enflasyondan doğan boşluğu kapanmamaktadırlar. Dolayısıyla güç durumda kalan yerli film yapımcısı, ister istemez kendisine kesin çözüm getirmese de biraz parasal yararlar sağlayacak yeni bir “alternatif” olarak fotoromana yönelmekledir, böylelikle hem filminin günlerce sürecek “renkli” reklamı yapılmakta, hem de 5-10 milyonlara ulaştığı söylentileri yayılan fotoroman ücretleri, çekimini tamamlamış film yapımcısına bir parça soluk aldırmaktadır. Filmi yayınlanan fotoromanın, filmin sinemaya gidecek seyircisinden çalacağı kaygısı, şimdiye değin izlenen örneklerde olduğu gibi geçerliliğini yitirmiş bir kaygıdır, kaygı olmaktan çıkmıştır. Sinema piyasasındaki bunalıma karşı direnen yerli film yapımcıları arasında fotoroman olayına ciddi bir tutumla yaklaşması açısından Mine Film’in önde geldiğini de belirtmek gerekebilir.
BİR SİNEMA YAZARININ İLGİNÇ ÖNERİSİ…
Çekimi bitirilmiş ve gösterime hazırlanan birtakım filmlere, fotoroman olarak yayınlamak üzere, büyük paralar ödemek yerine, bir sinema yazarının belirttiği gibi söz konusu gazetelerin “onayladıkları, ilginç buldukları” kimi film tasarılarına yatırım yapmaları, “böylece sinemamız için yeni bir finansman kaynağı” ve itici güç oluşturmaları, herkesin yararlanabileceği çok daha olumlu bir davranış olacaktır kuşkusuz. Üstelik sinema alanına, film yapımına para koyan yayın organı, “fotoroman hakkı saklı olmak ve sinemadaki gösteriminden de pay almak kaydıyla, o paraların üretime daha dönük bir biçimde kullanılabilmesi” sonucunda sinemaya destek olmanın yollarını açarak hem kâr edebilecek, hem de bu destek olmanın onurunu taşıyacaktır.
FOTOROMANIN ÜLKEMİZDEKİ ÖYKÜSÜ…
“Her fotoğrafın bir öyküsü” olduğu gibi, okuma-yazma oranının düşük olduğu ülkemizde, göze hitap edişiyle, fotoğrafın inandırıcılığıyla tozpembe bir hayal dünyasının yüzeysel ve yapay serüvenlerini ucuz tarafından allayıp pullayarak kaynaştırışıyla ve kolay erişilir oluşuyla yaygınlık kazanan, popüler kültürün görmezden gelinemeyecek bir olgusu olarak günümüzde gittikçe kendini kabul ettiren fotoromanın öyküsü, İtalyan yapımı fotoromanların çevirisi niteliğindeki fotoroman dergisi Yelpaze’nin yayınlanmaya başlandığı 1950’li yıllara değin uzatılabilif Yelpazeyi başka fotoroman dergilerinin izlemesinin ardından 1970’lere doğru gazetelerin de fotoroman piyasasına el attığını ve yerli malı fotoroman yapımına geçildiğini, kısa filmden yetişen Artun Yeres, Ömer Pekmez, Arda Uskan, Samim Değer, vb.nin giderek bu alanda uzmanlaştığını görüyoruz. Killing, vb. örneği şiddet ve seks öğelerini de içeren örneklerle beslenen sığ bir kültürün, estetik ve her türlü kaygıdan uzak, düzeysiz ürünleriyle iyice palazlanan bir furyaya dönüşen fotoroman akımının doygunluk noktasına ulaştığı 1970’li yılları devirdikten sonra, bir çeşitlilik arayışı içine girerek yeni bir tür fotoroman modası yarattığına tanık oluyoruz. 1980’lerde: Filan, falan “yıldız”ların boy gösterdiği birtakım filmlerin fotoromanları Başta Günaydın, Hürriyet, Bulvar, Güneş ve Milliyet olmak üzere, daha çok yüzey¬sel konularla ilgilenen bir kitleye seslenen kimi gazetelerin magazin eklerinde, giderek eskinin tefrika romanlarının yerini alan fotoroman, zamanla renkli, büyük karelerin çekiciliğinden bir pehlivan tefrikasının tekdüze yavanlığına dönüşerek de olsa, yaygınlığını ve geçerliliğini sürdürdü. Bir iki dakikada şöyle bir bakılıp tüketiliveren fotoromana, kocaman kocaman sayfalar ayıran, boyalı basından bir Hürriyet’in yılda 12 fotoromana gereksinimi olduğu bildiriliyor. Bugün Milliyet, iki ayda bir film fotoromanını bitiriyor, öteden beri Milliyet’e yetişmeye çabalayan Güneş de aynı durumda. Özetle, filmin gösterime girmezden önce ya da gösterimi sırasında, fotoroman olarak gazetelerde yayınlanması olgusunu, gün geçtikçe kendini daha çok resimli ve renkli olmak zorunda (!) hisseden basının doğal bir gelişimi saymanın ötesinde, “böyle başa böyle tarak” çeşidinden bir “arz ve talep” sorunu olarak algılamak ve sinema piyasamızdaki “had safhaya” varmış büyük durgunluğa çözüm getirici sayılmasa bile yine de ufak çapta parasal olanaklar sağlayan bir seçenek olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Temelde hareket olmadığı için, sinemadan bütünüyle farklı ve güdük, donuk bir “şey” olan fotoromanın, hareket ve ses öğesinden yoksunluğu, dondurulmuş fotoğraflarla bir öykü anlatmaya çabalayan, filmik yapıdan çok farklı bir görüntü düzenlemesi ve anlı-şanlı tanınmış “yıldız”larıyla, estetik boyutsuzluğuyla durağan nitelikleriyle kesinlikle sinemaya zarar vereceği ya da sinemayı körelteceği de ileri sürülemez hiçbir zaman. Tersine sinemaya yarar sağlamaktadır fotoroman.
Güneş, ilk yayınlanmaya başladığı 1982’de geniş kapsamlı olanaklarını ve sayfalarını seferber edişiyle, fotoroman piyasasına canlılık katan gazete oldu. Halit Refiğ’e gündelik gazete fotoromanı (film değil), ısmarlanınca Aşk-ı Memnu yönetmeni kolları sıvayarak. Halide Edip’in Handan’ını fotoromana uyarladı, özenli bezenli bir çalışma sonunda Handan’ı izleyen Deli Gönlüm’le Güneş’in başlattığı Murat Belge’nin deyiyişle “ağır fotoroman hamlemiz” Babıali ufkunda bir güneş gibi parladı ve devam etti. Devreye başka gazeteler de girdi, “hayatın magazinleşmesi” ortamında, eni konu serpilip gelişme olanağı bulan fotoroman, nerdeyse hızla ayrı bir “sanat türü” olmaya yüz tuttu. Hürriyet- Kelebek’in, İbrahim Tatlıses’le, Nükhet Duru’yu bir araya getiren Ölürsem Kabrime Gelme’sinin yayınlanmasıyla fotoroman çığırı bu kez arabesk dönemecine saptı. Ölürsem Kabrime Gelme’yi, içerdikleri “zenginlikleri” veciz bir şekilde dile getiren isimleriyle diğer arabeskimsi fotoromanlar izledi, derken Nazan Şoray, Ahu Tuğba, Necla Nazır ve diğerleri gibi “yıldız”cıklar bu çığırdan nasiplendiler…
YENİ BİR FOTOROMAN TÜRÜ: FİLM FOTOROMANI…
Ve bu arada “sinemadan transfer” ilk fotoroman Bulvar’da göründü: Metres. Metres’in sinemalardan önce fotoroman olarak, seyirci-okuyucu karşısına çıkmasıyla Feyzi Tuna, Kartal Tibet, vs. gibi sinemada adını duyurmuş kimi yönetmenlerimizin başını çektiği “filmin fotoromanı” olayı gündeme geldi. 1983’te fotoroman olarak yayınlanmasına karşın, hiç seyirci kaybetmeyerek o yılın, en çok iş yapan filmlerinden biri (box-office ikincisi) oldu Metres. Türkan Şoray’la, Can Gürzap’ın oynadığı, Orhan Elmas’ın yönettiği Emek Film yapımı Metres’in ardından başka film fotoromanları çok geçmeden sökün etti…
BU MEVSİMİN FİLM FOTOROMANLARI…
Bu mevsim başından, beri Hürriyet- Kelebek’te yayınlanan film fotoromanlarını anımsayabildiğimiz kadarıyla şöyle sıralayabiliriz: Nazmi Özer’in Emek Film yapımı Balayı (Kadir İnanır, Nazan Şoray), Kartal Tibet’in, hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini üstlendiği Şabaniye (Kemal Sunal), Yavuz Turgul’un yönettiği Kök Film yapımı Fahriye Abla (Müjde Ar, Tarık Tarcan), ve şu sıralarda yayınlanması süren Feyzi Tuna’nın yönettiği Mine Film yapımı Tutku (Hülya Avşar, Kenan Kalav, Meral Orhonsay)…
BU MEVSİM
Bu mevsim, Güneş’in film fotoromanlarının ilki, Bilge Olgaç’ın yıllar sonra yeniden yönetmen olarak sinemaya döndüğü tek video film yapımı Kaşık Düşmanı oldu. Kaşık Düşmanı’nı, Temel Gürsu’nun yönettiği Banu Alkan’lı, Salih Güney’li, Can Film yapımı Kızgın Güneş izledi. Milliyet’te bu mevsim izlenen film fotoromanı, yine Bilge Olgaç’ın yönetmenliğini üstlendiği, Hülya Koçyiğit’li, Çetin Tekindor’lu Yavrularım, bir Gülşah Film yapımıydı. Bulvar’da ise, uyanık bir tutumla birtakım eski filmlerin fotoroman haline getirilerek yayınlanması da, bu mevsimin “ağır fotoroman hamlemizde” dikkati çeken özelliklerinden biriydi. Bulvar’ın eski yerli filmlerin içinden bulup çıkararak fotoroman kılığında yeniden önümüze sürdükleri arasında, İnleyen Nağmeler (Zeki Müren, Mine Mutlu), Sahipsizler (Kadir inanır) ve Türkan Şoray’lı, Ekrem Bora’lı, Erler Film yapımı Ağlayan Melek ilk elde akla gelen “harikalar” olarak sayılabilir.
Çapan, Sungu. Bir filmi fotoromanda izlemek. Gelişim Sinema (5) 1985, 49 ss.