— Emin olun, en az sizinki dar üzüldüm, dedim.
O ilk konuştuğumuz günkü gülümser sükûnetiyle cevap verdi:
— Üzülmeye değmez, kavga ya giren elbet yumruk ta yiyecektir!
Arkasından bakarken, içim, cezayı kendim yemişim gibi yanıyordu.
Onun dimdik uzaklaşan vakur siluetini, gözlerimi dolduran yaşlar içinde kaybettim.
Sonradan bana karşı, adını açıklayamayacağım bir milli emniyet şefine benim için bu yüz den: — “O ailemiz için bir lekedir. Assanız da kurtulsak!” diyecek kadar derinden kinlenen halazadem Vecihe Hanımı kaybetmek pahasına Nâzım’ı sevmiştim. Kazandığım dost, kaybettiğim akrabayla kıyaslanamayacak kadar kıymetli idi. Bunun içindir ki, o zaman olduğu gibi bugün de şuna inanıyorum: Kârlı çıkan ben olmuştum.
O ilk mahkûmiyeti süresince, Nâzım’ı 18 ay içinde dört defa ziyaret ettim.
Bu ziyaretleri yapışımın baş sebebi şüphesiz Nâzım’ı daha ilk görüşümden çok cana yakın bir insan bulmuş olmam değildi.
DEREBEYİ TORUNU
Ben bir derebeyi sülâlesinin torunlarından bulunduğumu, sırası gelince daima yazmış, söylemişimdir. Bir derebeyi torunu olmak elbette ki insana iftihar ve gurur duyurabilecek bir meziyet ve mazhariyet değildir. Fakat yine hiç şüphe yok ki, hasbelkader bir derebeyi torunu olarak doğmuş bulunmak o insanın sucu da sayılamaz.
Sonradan nice kitapları okuyup düşündükçe öğrenebildik ki, derebeylik nizamı kendisini yaratmış ve ayakta tutmuş olan meziyet ve hasletleri kaybettiği zaman yıkılmıştır. Tıpkı şimdi devrinin inkılabı sayılmış kapitalizmin kendisini yaratmış ve ayakta tutmuş olan meziyet ve hasletlerini kaybettiği için çatır çatır yıkılmakta bulunduğu gibi…
Kendi hesabına ben, bütün ömrüm boyunca o derebeylik nizamının yıkılmış olan meziyetlerini ve hasletlerini, kendime karakter edinmek çabasını gösterdim: Hem de bu çabayı, bile bile pek çok zararlarını ve cezalarını çeke çeke gösterdim.
Hemen belirteyim ki, bütün ömrüm boyunca öyle davranmış bulunmamdan şimdi zerre kadar pişman değilim. Zira ben çok şükür namuslu ve haklı yolda uğranılan zararların acısını namussuz ve haksız yollar da sağlanılan çeşitli kazançların acı nimetlerinden kat kat zevkli ve lezzetli bulmuş bir mizaç sahibi olanlardanım.
Bence derebeylik nizamının kendisi yıkılınca o nizamı da yıkmış olan başlıca meziyetlerinden biri daima haksızlığa uğramışlardan yana olması idi.
HAKSIZLIĞA UĞRAMIŞLARDAN YANA…
Ben, nice çileler çekmek pahasına bütün ömrüm boyunca hep öyle oldum. Hep haksızlığa uğramışlardan yana!
Nitekim Nazım Hikmet’i ceza evinde ziyarete gidişimde asıl bu yüzdendi. Şuurum ve vicdanım, onun o mahkûmiyetinin haksız verildiğine inandığı için:
Üçdört paket sigara, üçdört kilo meyve ve üç dört satır sözle avutucu lakırdı.
O ziyaretçiklerimde, Nazım Hikmet’e olanca götürebildiklerim bunlardan ibaretti.
O zamanlar —kelimenin gerçek anlamıyla— ne o beni tanıyordu ne de ben onu. Ve bu yüzden, o ziyaretçikler sırasında onunla birbirimize söylenebilecek pek fazla sözümüz olmuyordu.
Fakat o ziyaretçiklerin her sona erişinde, içimde gaddarca çiğnenmiş bir insanlık hak ve hürriyetini kurtaramadığım sevgili bir çocuk gibi, demir parmaklıklar ardında bırakmanın müthiş hicran kalıyordu!
Ben o zamanlar sade komünizmin değil, o doktrini benimseyenlerin hangi muamelelere uğradıklarını da bilmediğini için, kendimce yüzde yüz masum sayılan o ziyaretçiklerin, sonradan bana nelere mal edilebileceğinin farkında değildim.
Şüphesiz -bilmenizde fayda olduğuna inandığım için onları sırası gelince sizlere açıklayacağım.
BARBARLIĞIN DUŞMANI.
Fikre küfürden yumruğa tekmeden sopaya kadar fikirden başka bir silâhla saldıran barbarlığın bütün ömrüm boyunca düşmanı oldum.
Sovyet ihtilalinden sonra, Rusya’da Bolşeviklerin karşısına Menşevikler çıkmıştı.
İktidar Bolşeviklerin, fakat faraza Türkiye’nin Hüseyin Cahitleri, Falih Rıfkıları Peyami Safaları kadar usta, kurnaz olgun ve kaşarlanmış polemik kalemleri Menşeviklerin elinde idi.
Bu gerçekten keskin kalemler, henüz gerçekten uyanmamış bir kitleyi kışkırtan demagojiler yapıyordu.
Onlar karşısında âciz kalan kavgada acemi kalemciklerin genç sahipleri, ihtilalin lideri Lenin’e başvurarak Menşeviklerin zorla susturulmalarını istediler. Ve işte Lenin’in onlara verdiği cevap:
— Bunu yapmak, şüphesiz elimizdedir. Fakat zaferin gerçeğini sağlayabilmenin yolu bu değildir. Sizin onlara bir müddet mağlup olmanız bize bir şey kaybettirmez. Fakat biz, onları fikirle değil de silâhla susturursak çok şeyler kaybederiz. Onun içindir ki, sizden rica ediyorum: Onları kalemle yenecek gibi gözükmeye çalışın. Zira gerçekten kesin zafer ancak o suretle kazanılabilecek olan zaferdir!
Sizin beğenip beğenmemekte elbette serbest bulunduğunuz komünizm doktrini, Sovyet Rusya’ya işte bu öğüdün tutulması ve sonunda genç kalemlerin ustalaşmış ihtiyar kurtlara muzaffer olmaları sayesinde yerleşebildi.
Fikret özgürlük tanımayan yerlerde geçici hâkimiyet barbarlığındır. Ve barbarlık hele yirminci yüzyılda içinde mikrolaşabileceği her toplumu kanlı kanlı batmaya mahkûm kılar.
Bugün dünyanın her medeni memleketinde büyük düşünür ve yazar sayılan, koca Volter – ki yüzde yüz din düşmanı idi- günün birinde kendisiyle gazetelerde tartıştığı bir papaz, tarafından ziyaret edilir. Papaz Volter’e kendisine yazdığı karşılıkları gazeteler tarafından yayınlanmadığından şikâyet eder.
İşte Volter’in cevabı:
— Papaz efendi, bunda benim hiç bir suitaksirim yok. Ben hiç bir gazeteden sizin bana vereceğiniz karşılıkları yayınlanmamasını istemedim. Onların sizin bana yazdığınız karşılıkları yayınlamadıklarını da bilmiyorum. Gerçi sizin fikirlerinizden hiç birisine iştirak etmiyorum, fakat sizin o hiç birisi-ne iştirak etmediğini fikirlerinizi de savunabilmeniz için ömrümün son nefesine kadar mücadele edeceğim.
HESAPLI GADDARLIK
Bizce, gerçekten olgun ve medeni adamın fikir özgürlüğü anlayışı işte budur. Ve işte buna inandığımız içindir ki, biz daha o yasanızda, Nazım Hikmet’e, fikirleri yüzünden reva görülen namussuzcasına hesaplı gaddarlığa tepeden tırnağa düşman olmuştuk, zira sonradan:
“Memleketimi severim,
Çınarlarında kolan vurdum,
Hapishanelerinde yattım,
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı,
Memleketimin şarkıları ve tütünü kadar!”
mısralarını yazmış olan Nazım Hikmet, şüphesiz bu sevgili vatanın haini değil, yüzde yüz aşık idi. Hem de hayatının yirmiden fazla yılını bu memleket için kavga ederek, bu memleketin hapishanelerinde geçirmeği göze alabilecek kadar asıktı!
Herkes komünizme inanıp inanmamakta serbesttir. Ama Nazım Hikmet’in o doktrini, bu millet çoğunluğunun çıkarına uygun bulduğu için, o derece fedakarca benimsediğine inanmak zorundayız.
Bugün dost ve düşman bütün dünyanın inandığı gibi!
Ben, bir derebeyi sülâlesinden geldiğimi söylemiştim.
İlerde bahsini edeceğim çocukluk ve ilk gençliğimin dostu Vala Nurettin’in açıkladığına göre, Nazım Hikmet’in cedleri, paşalar, paşalar, paşalarla doludur. Büyük dedesi Nazım Paşa, Cumhuriyetten sonra da özbeöz dayısı Ali Fuad Cebesoy Paşa.
Kesin olarak pek bilmiyorum ama şimdi galiba şuuraltı bir gurur duyarak açıklıyorum ki, bir derebeyi sülalesinden, bir paşalar, aristokratlar, burjuvalar sülâlesinden gelip de, halkı benimsetenin, halka karışmanın, halk kavgasına ömür adamını halkın içinden çıkıp da halkçı olmak kadar tabii sayılabilecek bir ayrı şerefi ve bir özelliği vardır.
Ben bu yüzden o zaman Nazım Hikmet’te, galiba hiç farkında olmadan biraz da kendimi sevmiştim.
Zira Nâzıma o zaman ve daha sonra cezaevlerinde hep halk için yatmıştır!
İnanışlarının yanlış olması ihtimali bile, davranışı o emsalsiz mertliğinden hiç bir şey eksiltemez!
Ondan sonra, çok şükür ben de epeyce yattım!
Uğurunda yattıklarımızın hep si, sevgili Türk Milletine hela olsun.
Yatanlar olmazsa, kalkınmak için hiç kimse gerçekten uyanamıyor!
İstemeyerek, fakat ister istemez sözü biraz uzattıktan sonra, gelelim gene Nâzım Hikmet’e…
Hapishaneden çıkışından sonra, uzun müddet, ne o beni aradı, ne de ben onu!
O sırada çalıştığım Son Posta gazetesi benden röportajlar yazmamı istiyordu.
Ben o zamanlar, komünizmin ve sosyalizmin olduğu gibi sonradan aşırı teveccühkârlarca kralı sayıldığım röportajın da ne demek olduğunu bilmiyordum.
İsteyenlere, “Bilmiyorum!” demektense, Fransız gazetelerinde çıkan röportajları incelemekte karar kıldım.
O sırada, bizim gazetelerden birisi Amerika’nın ünlü petrol krallarından Rockefeller’in İstanbul’da bir “Ziyaretçi Hemşireler” okulu açılması için elli bin dolarlık bir bağışta bulunduğunu bildiriyordu.
Elli bin dolar!
Bugünün rayicine göre, beş milyon lira miktarında bir büyükçe para bu!
Amerika nire, Türkiye nire o zaman?
O Amerikalı petrol milyarderi Rockefeller bu kadar parayı durup dururken bize acaba neden verir? Sonra, acaba ne iş görecektir Türkiye’de, “Ziyaretçi Hemşireler Okulu?”
Değil mi ki bizden röportaj istiyorlar ve değil mi ki Fransız gazetelerini okuya okuya röportajın ne demek olduğu hakkında iyi kötü bir bilgi sahibi olmuşuz, o halde: “Gidelim, görelim okulu!” dedik.
(Devamı Var)