Naci Sadullah (kirpi, 1965)
Sevgili dostum rahmetli Aka Gündüz’ün “Giderayak” isimli romanında: “Dünya durdukça yaşayacak ve anışacak çapta eserler yaratmış olan Nazım Hikmet’i, hapse atsalar değil, assalar değil, kuşbaşı kuşbaşı doğrasalar bile öldüremezler” diye bir cümlesi vardır ki, insanların tâ Başbakanlık mertebesine kadar nasılsa yükselebildikleri halde ahmak kalmış olanların kavrayamadıkları önemli gerçeklerden birini haykırıyordu.
Bu basit gerçek, insanların sahiden büyük sayılabilenlerinin ölümsüz olduklarıdır. Nitekim vaktiyle Hazreti Ömer’in ölüsü başında sessiz sessiz ağlarken Ebubekir işte aynen şöyle demiş: “Sen ikinci defa ölmezsin!”
Şüphesiz insanların ikinci defa ölmeyecek kadar büyük olabilmeleri için peygamber olmaları şart değildir. Nitekim birer peygamber olmadıkları halde, Fatih’ten Atatürk’e, Galile’den Kristof Kolomb’a, Newton’dan Edison’a, Markoni’den Ford’a, Dante’den Hugo’ya, Rousseau’dan Shakespeare’e kadar her milletten saymakla bitmeyecek kadar nice bahtiyar insanlar o anlamda ölümsüzdürler. Ve şüphesiz büyük bedbaht Nazım Hikmet de bu büyük bahtiyarlardan biridir.
Gerçi bugün onun anılışını çekemeyen budalalar yok değildir. Fakat öylelerinin uyandırılması imkânsız o biçare kafaları yürüyen kervanın ardından havlayan köpeklerinki kadardır. Ve öyleleri ancak, geçip giden trenlerin gölgelerini çiğnemekle kalırlar!
Ben şimdi Nazım Hikmet’i konu edinirken, ne son ayların modasına uymuş bir snob ne de Nazım Hikmet ticaretine davranmış bir bezirgân değilim.
Yazdıklarım okunacağı zaman görülecektir ki, ben Nazım’la şiirleri kadar büyük dostluğunu —o dostluğun hapis tehlikesi olduğu yıllarda— başından sonuna kadar, bütün yıldırımların üstüme çeke çeke gurur ve şerefle taşıdım.
Gaddarca bir suikasta kurban giden gerçekten büyük yazarının sevgili Sabahaddin Ali: “Ben Nazım Hikmet’le ayni asırda yaşamış olmakla müftehirim!”, derdi. Ve Nazım’ın büyüklüğünün gerçek çapı işte aynen buydu!
Rahmetli Peyami Safa beni devrin iktidarına her jurnal etmek isteyişinde: “Nazım Hikmet’in en yakın dostu! Terimini kullanırdı. Ben bunu her okuyuşumda korkumdan değil, fakat utancımdan yalanlamak ihtiyacını duyardım! Zira çok şükür kendimi Nazım’ın beni dostlarının en yakını saydığına inanacak kadar büyük görebilecek derecede budala değildim.
Buna rağmen açıklayabilirim ki, Nazım’la dostluğum bana iftihar duyurabilecek kadar derin olmuş, uzun sürmüştür.
Ben, bu dostluğun bir gün nasılsa yayınlanacağından emin bulunduğum anılarını bundan yıllarca evvel yazmıştım.
Gerçi bu anıların ben yaşarken yayınlanabileceklerinden emin değildim. Fakat şartlar benim umduğumdan çok evvel elverişli oluyordu.
Ve böyle olup da dostların ısrarları karşısında bunalınca, ben de üzerlerinde bazı zaruri değiştirmeler yaparak çoktan yazılmış o anıları yayınlamakta karar kılıyorum.
Ancak, dosta da, düşmana da hemen bildireyim ki, bu anıları yayınlamamın amacı Nazım Hikmet’i körü körüne överek putlaştırmak değildir.
Benim amacım, Nazım’ın portresini, kusurları ve meziyetleriyle, elimden geldiği kadar “doğru” çizebilmektir. Gerçi kusurlu taraflarını belirttiğim zaman hayranlarını ve meziyetlerini ortaya koyduğum zaman düşmanlarını çileden çıkaracağımı bilmiyor değilim. Fakat ben, bütün ömrü boyunca bu çeşit küçük tasalara gerçeklerin zerresini bile feda edememiş bir prensip kalemi taşımaktayım. Bunun içindir ki, konu edindiğim portreyi bir objektif sadakatiyle çizerken dost sitemlerini de düşman küfürlerini de sonsuz toleransla göze almış bulunmaktayım.
O tolerans ki, nice manevi medeniyetin tamamı demektir, yazacaklarımı okurken dostların da, düşmanların da ondan mümkün mertebe nasibli olmalarını dilerim.
Bu noktaları böylece belirttikten sonra sıra, parça parça yazılmış o anıların yayınlanmasına neresinden başlanacağının tespitine geliyor.
O zaman hafızam beni, 1952 yılının bir olayına götürüyor.
Bir askeri mahkeme tarafından komünist partisi liderlerinden sayılarak tevkif olunmuştum.
İdamımı isteyenlerin aylarca süren istintakları sırasında bana sorulan yüzlerce soru içinde Nazım’la dostluğuma ve münasebetlerime müteallik olanlar da var.
İleride, sırası gelince, onlardan bir kısmını konumuzla cevaplarıyla birlikte sizlere de açıklayacağım.
Hikâyesi çok uzun olan o mevkufiyetim, aylarca sonra beraatımla sona erdi.
O zaman benden Nazım Hikmet hakkında sorulan ilk sual işte aynen şu olmuştu: “Onunla ne zaman nasıl tanıştınız?”
Demek ki, akla gelen ilk sual bu oluyor.
Eğer Nazım’la tanışmamızın gerçekten ilgiye layık bir hikâyesi olmasaydı, ona ait anılarımı yayınlamaya -adeta askeri mahkemeye hesap verir gibi- bu sorunun cevabını vermekten başlamazdım.
Fakat okumak zahmetine katlanınca göreceksiniz onunla tanışmamız, gerçekten enteresan olmuştu.
Müsaadenizle anlatayım:
Ancak, durumun layıkıyla anlaşılabilmesi için benim sizlere mutlaka açıklamam lâzım gelen bazı noktalar var.
Olayın geçtiği 1925 yılında Nazım Hikmet rahmetli Süreyya Paşa’ya hitap eden bir şiir yayınlamış! Şiir değil de serbest nazımla yazılmış okkalı bir hicivdi bu. Özet olarak:
“-Senin baban Osmanlı İmparatorluğunun hırsız seraskeri, benim babam ise çalıp çırpmamış bir namuslu devlet memuru idi. Kader babamı, senin babadan kalma çalınmış servetle yaptığın sinemaya -Süreyya Paşa sineması- idare müdürü eylemiş.
Babam ağır hasta olarak yatağında kıvranırken, ölümünden bir saat evvel, sen onun burnuna gözlüğünü takıp kara defterleri sürerek açık görünen beş papelin hesabını sormuşsun.
Beş papelin!
Şimdi senin serasker peder ölmüş. Benim babam da öldü, Seninle karşı karşıya kaldık, iki meşhur adam. Benim ve senin nelerimizle meşhur olduğumuz malum. Benim şimdi sana bir şamar borcum var. Hazır ol atıyorum!” diyor ve sonra küfrün daniskasını şiirin süsüne bürüyüp yıkasıya ver yansın ediyor.
Bitmiş Süreyya Paşa!
Korkunç satırların kamçısı altında yerden yere vurulmuş!
Benim halazadem, Süreyya Paşa’nın gelini.
Paşa babasını mı, yoksa sonsuz bir servetin varisi olan paşa babasına yaltaklanmasını mı severdi?
Bilemem!
Fakat o hicvi okuyunca, çok üzülmüş görünüyor!
Bana gelince, o tarihte komünizm, sosyalizm hakkında hiç bir şey bilmiyorum.
Baş merakım spor.
Futbol oynuyorum. Basketbol, voleybol, tenis oynuyorum. Boksa, güreşe çalışıyorum, denize giriyorum. Kravl demiyor, Armstrong demiyor, yüzüyorum. Bahse girip koca iskambil paketini yırtıyorum. Hülasa, evlere şenlik, gerçekten müstesna bir kuvvetim var!
Şiire gelince, o alandaki zevkim yüzde yüz “eskici”! Nedim, sanki hafızaya yerleştirmeye değermiş gibi, hemen hemen baştanbaşa ezberimde. Nef’iye âşık, Baki’ye hayranım. Sonradan bütün yazdıklarını hicvettiğim “Fuzuli”yi andıkları zaman zikri geçen bir peygambermiş de ben de kulu kölesi imişim gibi, heyecanla titriyorum.
Nazım’ın komünistliğine bir dediğim yok, zira dediğim gibi komünizmin ne olduğunu bilmiyorum ama, daha o yaşta nasılsa gelişmiş toleransımla o bilmediğim fikrin benimsenmesini de pek tabii buluyorum.
Komünizm hakkında hiç bir şey bilmediğim halde “komünizmde din yoktur, vatan yoktur, millet yoktur, aile yoktur!” diyenlere inanmıyorum. Zira o sırada, dünyanın bir köşesinde adına komünizm denilen doktrini kabul etmiş milyonlarca insan var. “Din olmasa millet olmasa, vatan olmasa, aile olmasa, o kadar insan o davayı benimser mi?” diye düşünüyorum.
Fakat bana Nazım Hikmet’in komünistliği değil de şiir diye yazdıkları batıyor:
“Trum, trum, trum,
trak tiki tak,
makinalaşmak istiyorum!
Beynimden, etimden,
İskeletimden geliyor bu…
Her dinamoyu altıma almak
için çıldırıyorum!
Makinalaşmak istiyorum!”
Bunlar, benim o zamanki şiir anlayış ve zevkimi -haşâ huzurdan- katır gibi tepen satırlar!
Beni ona ve dâvasına düşman etmek isteyenler, tiksindireceklerinden emin olarak, bana onun hep bu satırlarım okumuşlar:
“Trum, trum, trum,
trak tiki tak!”
Haydi canım siz de! Böyle şiir mi olur?
Komünizmin ne olduğunu bilmem ama, benim bildiğime göre, ne bu satırlar bir şiirdir nede o bir şair!
Ve sonra bu adam, ne ister o Süreyya Paşa’dan? Komünizm komünizm dedikleri şey, şahıslarla uğraşmak ve onlara küfretmek, onlara hakaret etmek midir?
Hayır, bir şair olmadıktan başka, aşağılık bir adam bu Nazım Hikmet!
Ben onu bulup, kendisinden yediği haltın hesabını soracağım!
Onun zavallı Vecihe’ye bu kadar ıstırap çektirmeğe hakkı var mı?
Dâva mı bu? Fikir o küfrün neresinde?
Bu arada şunu da bildireyim ki, fiziki kudretinin o çağdaki müstesna şiddetine rağmen, hiç kimseye karşı mütecaviz olmadım. Uğradığım taarruzlar karşısında, sırtım duvara dayanıncaya kadar ric’at ettim. Ve yumruklarımı kullanmam, her zaman başka hiç bir çarem kalmayınca olmuştur!
Ama bence Nazım, dayağı hak etmişti. Ve onu dövecektim.
Sonradan içinde bir ömür tükettiğim Bâb-ı Ali Caddesine ilk girişim, bu maksatla Nazım’ı aramak için olmuştu!
Onu ararken, karşıma çok sert bir dövüşçü çıkacağını tasavvur ediyordum:
“Ben ki tel kelepçeyi,
altın bir bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmiği sabunlu iplerin önünde
kıllı, kara ensemi kaşımışım…”
demiş olan adamdı bu.
Ve demek ki karşılaşacağım adamda ense de, yürek de, bilek te yerinde olacaktı!
Araya sora, onun adresini o zamanın en çok satışlı dergisi olan “Resimli Ay”ın, şimdi çoktan yıkılmış bulunan matbaası olarak buldum.
Matbaada:
– “İşte, bu odadadır!” diye gösterdikleri yerin kapısını vurarak açtım. Ve O yalnız odada Nazım’la ilk defa göz göze geldik!
Fakat bu göz göze geliş, benim pazumla beraber içimde o ana kadar şahlanmış olan hırsı da söndürmüştü.
Zira karşımda, o ana kadar görmediğim derecede sevimli ve güzel bir adam duruyordu. Gerçekten sevimli ve gerçekten güzel bir adam!
Olanca yüz çizgileri şiddetle erkek ve olanca yüz renkleri şiddetle dişi bir mitolojik Makedonyalı!
Kırmızı denilebilecek kadar kızıl sarı ve en usta berberin beceremeyeceği kadar nefis kıvrılmış saçlar… Bembeyaz, pespenbe ve ancak duvak giymemiş bir genç kızda bulunabilecek kadar bâkir bir ten. Boyanmış gibi canlı kırmızı dudaklar.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU… DEVAMI VAR…