OSMANLI’NIN GÜZEL KADINLARI

0
4856

GÜRCÜ KIZI KAMERTAB

Bir hükümet darbesiyle ikinci Mahmudu tahta çıkarmış olanla diktatör Sadrazam Rusçuk ayanı alemdar Mustafa Paşa mert, samimî, saf, lâkin gayet sert, barut gibi bir adamdı. Cahildi, fakat ateşin bir zekâya sahipti. Memleketin iç ve dış siyaset işlerini itimat ettiği devlet ricaline escort İstanbul bırakmıştı, kendisi, hükümet otoritesini temsil ediyordu. O devir ki, yeniçeri asker ocağının bir haşarat yatağı halini aldığı devirdir, en azılı yeniçeri zorbaları Alemdarın korkusundan birer köşeye sinmişlerdi. Paşa, hükümet darbesini Rumeliliden getirilen “Kırcalı askeri” denilen kendi milis kuvvetleriyle yapmış, sonra “Sekbanı cedid” adı ile İstanbul’da yeni bir asker ocağı kurmuştu. Bir gün de yeniçeri ocağını kökünden kaldırması bekleniyordu.

Mustafa Paşa henüz bir çocukken beline taktiği hançeri bir daha hiç çıkarmamıştı; yatağına bile onunla girerdi. İşret bilmez; saz ve söz meclislerinin, İstanbul eğlencelerinin tamamen yabancısıydı. Padişahla senli binili konuşuyor, hitap ederken Rumeli ağzıyla “ A be Padişahım!.”derdi.

Alemdarın itimat ettiği devlet ricali kendilerini gurur ve gaflete kaptırmışlardı.”Su uyur, düşman uyumaz” sözünü unutmuşlardı.. Paşanın itimadını suiistimal ettiler.. Bir taraftan gayrı meşru yollarla muazzam servetler yapmağa başladılar; diğer taraftan da haremlerini biri öbüründen güzel cariyelerle doldurarak korkunç bir sefahet hayatına atıldılar., Her gece “Mühim devlet işlerini müzakere” bahanesiyle bir konakta toplanıyorlardı. Konaklarının yeraltı bodrum katlarında sureti mahsusada yaptırılmış ve devrin en güzel eşyasiyle döşenmiş salonlarda mükellef içki sofraları kuruluyordu. En seçkin hanende ve sazendeler, en namlı çengiler, köçek oğlanları bu işret âlemlerine çağrılıyordu… Bu adamlar, kısa bir zaman içinde Alemdar Paşayı bu mert ve temiz adamı da bozdular. Ona evvelâ bütün cinsî cazibesi, büyüsü, sihiri ve füsunu ile kadını, sonra da şeytanî kudreti ile içkiyi öğrettiler… Koca vezirin manen sukutu, yeniçerilerle yenilik düşmanı mürtecilerin de istediği bir şeydi, gözlediği fırsattı. Paşayı ağa düşürmek için evvelâ üzerindeki mertlik tılsımını almak lâzımdı.. Bu tılsım, belindeki hançeriydi… Alemdar Paşanın hançerini alan narin bir kadın eli olmuştu.. Devlet ricalinden Hafit Efendi bir gün Alemdar Mustafa Paşaya Kamertâb isminde gayet güzel, fevkalâde işvebaz ve dilbaz bir Gürcü cariye takdim etmişti; ve kızı Sadrazama gönderirken şu katı talimatı vermişti:

— Ne yaparsan yap… Paşayı silâhsız dolaşmağa alıştır.. Din ve devlete büyük hizmet edeceksin!..

Gürcü Kamertâb güzelliğiyle, işvesiyle, füsuniyle ve muhakkak ki bunlara eklenen cesaret ve cüretiyle, kısa bir zaman içinde o kükremiş aslanı bir sirk aslanı haline koydu. Alemdar, ram olduğu hu kadıma ilerinin ellerinde süratle değişti. Selâmlık alaylarına pür silâh giden, sokaklarda pür silâh dolaşan, bir elini silâhlığının üstüne koyarak pür heybet konuşan vezir, silâhlanın çıkarınca yumuşadı; uysal bir adanı oldu; devlet ricalinin elinde bir oyuncak oklu. Geceleri Babıâlinin harem dairesinde ve Kamertâbın aguşunda, mest ve bîhuş gaflet uykularına daldı.. Arkadaşları olan Rumeli ayanlarının ve Rumeli askerlerinin itimadım kaybetti. Hattâ kendi askerleri: “A be bizim Paşa da artık kanlar gibi silâhsız gezmeğe başladı.. Yazık olsun!..” demeğe başladılar. Bu hal, yeniçerilere, Paşayı devirmek için cüret ve cesaret verdi ve çok geçmedi, Sadaretinin dördüncü ayında, yeni bir yeniçeri ihtilâli, Sadrazamın oturduğu Babıâli konağı geceleyin ateşe Beylikdüzü escort verilmekle başladı. Gafil avlanan Alemdar Mustafa Paşa, o cahil fakat temiz, kahraman, vatanperver vezir, tek başına bir hayli çarpıştıktan sonra düşmanlarının eline düşmektense, barut mahzenine inerek barut fıçılarını tutuşturmak suretiyle intiharı tercih etti.

Alemdarın felâketinden sonra Gürcü Kamertâb, Osman Paşa isminde birisiyle evlenmişti. Uzun yıllar yaşadı. Alemdardan bahsederken silâh çıkarma hikâyesini şöyle anlatırmış: Paşa, Kamertâba, ilk görüşte can ve gönülden âşık olmuş. Fakat fettan kız gözyaşlarıyla eliz çökerek ve Paşanın hançerini göstererek:

—Ondan korkuyorum..

Demiş.. Ve Paşa hançerini çıkarmadan yatağa girmemiş… Alemdar Paşa sık sık bağrını göstererek:

—Ah Kamertâb.. Beni kendimi bileliden beri beraber yaşadığını han-çerimden ayırdın.. Sana sahip oldum. Şuramda bir şey koptu.. A be durmadan sızlıyor burası!., dermiş.


GÜLCEMAL SULTAN

Meşrutiyetin ve Birimci Cihan Harbinin ihtiyar Padişahı Beşinci Sultan Mehmet Reşad’ın anası Gülcemal Sultan, pek dilber, oya gibi bir kadınmış. Hayatının baharında ölmüş. Verem bir baba ile verem bir ananın mahsulü olan Sultan Reşat da çocukluğunu mariz geçirmiş, ömrünün ilk elli senesi de kapalı, yan mahpeşte geçmişti. Sonra saltanat da nasip oldu ve imparatorluğunun feci sukutunu görmeden şan ve şevketiyle hayata gözlerini yumdu.

Abdülhamid’in şahsi dostu ve hususi tabibi Dr. Şpitser hatıralarında Gülcemal Sultan hakkında hazin bir sahne vardır ki bu güzel kadından bahseden yegâne canlı hatıradır.

“Bir Cuma günüydü. Dolmabahçe sarayında Sultan Mecidi hissolunacak kadar heyecanlı gördüm. Sebebini sorduğum zaman teessür dolu bir sesle:

-Doktor. Geçende sana üçüncü kadınımın hastalığından bahsetmiştim. O da, oğlu da pek fena haldeler. Hele oğlu, Reşat Efendi, kurtulamayacak bir halde, fakat anasının kurtulması için biraz ümidim var. Tavsiye edilen bir doktor bir aydır tedavi ediyor, hiç faydası görülmedi. Ben her şeye başvurmak istiyorum, bilhassa bir de senin görmeni istiyorum. Bilmiş ol ki bu kadın, kendisine karşı kalben hakiki muhabbet hissettiğim yegâne zevcenidir. Onunla ömrümü birlikte geçirdiğim için gençliğimden beri kendisine bütün kalbimle bağlandım. Kurtulmasını mümkün görüyorsan, tedavisini üzerine al. Eğer hiçbir imkân yoksa bana tereddüt etmeden söyle. O zaman bu elim halinde hastayı üzmeyelim. öbür doktorun tedavi usulünü tasdik edersin. Her şeyden evvel bana doğruyu söylemeni istiyorum dedi.

“Son cümlesinde Padişahın gözleri yaşardı. O zaman, hastada göreceğim tereddütlü alâimi, Padişahtan saklamak lâzım geleceğini anladım. Pek sevdiğim bu hasta hükümdarı ümitsizliğe düşürmek hakkım değildi. Bir harem ağasına harem kapısını açmasını emretti. Kapa açılıncaya kadar da beni bir salona götürdü. Asabi adımlarla, benimle beraber, bir aşağı bir yukarı dolaşmağa başladı. Nihayet harem kapısı açıldı, içeri girdik.

Zannederim ki benden evvel buraya hiçbir yabana girmemiştir. Dolambaçlı bir koridor, belki on dakika sürdü. Padişah, bazen gülerek: “-Restez” diyor, duruyorduk. Telâşlı sesler, esvap hışırtıları, hızla kapanan kapılar, örtüsüz bazı kadınların kaçıştığını anlatıyordu. Abdülmecit, kalbi heyecan içinde: “-Avansez!.” diyince yolumuza devam ediyorduk. Böyle birkaç defa durduk. Nihayet hastanın bulunduğu odanın kapışma geldik.

“Müzeyyen, muhteşem bir oda. Gözüme ilk çarpan, gayet kıymetli bir lâhur şalı örtülü yatak oldu. Üzerinde gayet ağır bir kumaştan paha biçilmez bir cibinlik vardı. Bu cibinliğin altında, yatakta Sultan yatıyordu. Yüzü, keza pek kıymetli bir şal ile örtülüydü. Zatı şahane hastaya yaklaştı, gayet nazik bir sesle:

-Rahatsızlığınız nasıl efendim? diye sordu.

Tadı, gayet sevimli bir ses cevap verdi:

-Kendimde iyilik hissediyorum efendimiz..

Padişah:

-Doktorumu getirdim, kendisinden birçok fayda gördüm. İstiyorum, sizi de tedavi etsin! dedi.

-Emredersiniz!

Padişah hastaya, bana nabzını vermesini rica etti. Yorganın ve şalın altından gayet nazik, son derece mütenasip, fakat üzücü hastalığını gösteren zayıf bir el uzandı. Padişah bana, hastanın dilini de görmek isteyip istemediğimi sordu:

-Görürsem iyi olur haşmetmeap! dedim. Abdülmecit eğildi, hastanın yüzünü örten şalı kendi etliyle açtı. İşte o zaman, öyle güzel bir kadın başı gördüm la ömrümde böylesini görmemiştim. Istırabın tesirleri, yüzün solgunluğu, hastalık tesiriyle gözlerin parıl parıl parlayışı bile cazipti. İcap eden muayeneyi bitirdikten sonra, şalı, zatı şahane, o güzel başın üzerine yine kendi eIiyle örttü. Gülcemal Sultan İm hasta döşeğinden artık kalkmayacaktı. Padişaha doğruyu söyleyeceğimi vaat eden doktor bir konsültasyona ihtiyaç göstermişti!.

Meşrutiyette, eski Seyrisefain. İdaresi (Devlet Denizyolları) Atlas Okyanusunda yıllarca dolaşmış iki bacak, dört direkli eski transatlantiklerden birini satın aldığında gemi Dolmabahçe sarayı önünde demir atmıştı. Sultan Reşat vapuru saraydan seyrederken: “Ne güzel vapur! Buna rahmetli anacığımın adım koysunlar!” demiş ve çocuk gibi ağlamıştı ve gemiye “Gülcemal” ismi konmuştu. Yaşlı, fakat narin, zarif gemiydi. Dilber Sultanın hatırasına lâyıktı. Ve bizim nesiller bu ganiyi ne kadar, ama ne kadar çok severdik.


GÜLNUŞ SULTAN

Dördüncü  Sultan Mehmed’e takdim edildiği zaman yedi veya sekiz yaşlarındaydı; Padişah da bir sene evvel sünnet olmuştu, on yaşındaydı.

Eski manzum bir bilmece kitabında gönül ne kadar güzel tarif edilmiştir:

Ol nedir kim hem küçüktür hem

                                                büyük

Arkasında var anın bir özge yük!..

Bu iki küçük şey sevişmesini öyle mükemmel başardılar ki bu aşk hikâyesi, kırk yıl sürecek olan bir saltanatı göz kamaştıran bir şaşaa ve haşmetle doldurdu. Valide Turhan Sultanın, ihtiyar Köprülü Mehmet Paşa, büyük vezir Köprülüzade Fazıl Paşanın koruyucu kanatları altında bu iki kumru sadece zevk ve Safalarını düşündüler. Dördüncü Mehmet devrinde, Osmanlı imparatorluğu en geniş hudutlarına kavuşmuştu; Kanunî zamanındaki topraklara Akdeniz’de Girit adası, Avrupa’da Podolya ilâve edilmişti. Bizzat Gülnuş Girit  cenginin gaza ganimetlerindendi; Retimo’luydu, bu şehrin zaptında esir edilmiş, bu küçük kızın güzelliği karşısında kendinden geçen Serdar Deli Hüseyin Paşa, ki zendost bir külhani ve rind bir şövalye idi, onun ancak küçük padişaha layık olabileceğini düşünerek İstanbul’a göndermişti.

Gülnûş Sultanın zengin tuvaletinden, paha biçilmez esvaplarından bahsetmek can sıkacaktır. O murassa bir sultandı. Çılgın bir av meraklısı olan kocası, bazen 40 bin, 50 bin kişiyle on beş gün, iki ay süren sürgün avlarına çıkardı. Gülnüş’unu göremezse deliye dönerdi; o zamanlar, sevgili hasekisini de gümüş bir araba içinde peşi sıra dolaştırırdı. Bu meşhur araba, içinde yatak odası, sohbet odası ve hamamı bulunan âdeta bir seyyar köşktü. Dışı, tekerleklerine, dingillerine, oklarına varınca gümüş kaplamaydı. Bu gümüş levhalarda kuyumcu eliyle kabartma çiçekler yapılmış, yapraklara zümrütler, lâlelere, güllere yakutlar, sümbüllere lâpis lâzoliler gömülmüştü.  Kubbesinin üstünde bir altın alem, alemin üstünde de elmaslı bir hilâl vardı. Arabanın içinde, ahşap kısımlar gül ağacından, zeytin ağacından, tik ağacından yapılmış ve çivi yerine zümrüt ve yakut çakılmışta.

Köprülüzadelerin Serdarlığındaki Nemçe seferinde Padişah da bulunmuş ve Gülnuş Sultanını gümüş arabasının içinde beraber götürmüştü. Harp kolay delildir. Yağmurlar yağdı, yollar çamur deryası, batak kesildi; bir gün Haseki Sultanın arabası batağa saplandı. Arabanın çekilmesi için yedek bir at koşulması gerekmişti. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşanın altında dünyanın en güzel atlarından biri vardı. Serdar yere indi ve o narin atı arabaya koşturttu:

-Haseki hazretlerinin arabasına ancak benim atım koşulabilir!.. dedi.

Gülnuş Sultan, azamet ve şevket devrinden sonra hayatın acısını da tattı. İkinci Viyana muhasarası bozgununun doğurduğu felâketler arasında kocası tahtından indirildi. Kendisini baş tacı eden adamın ıstıraplarına ortak oldu, onunla beraber bir odaya kapandı ve Mehmedin ölümüne kadar, yedi yıl bedbaht hükümdarı teselliye çalıştı. Dördüncü Mehmedin bir de Afife Sultanı vardı. Bu kadın şairdi ve Mehmede deli gibi vurgundu. Sevdiğinin sevgilisi diye Gülnuşa son derece hürmet ederdi. İşte bu Afife Sultanın bu felaket yıllarına ait acıklı bir manzumesi vardır; iki kıtasını nakledelim:

Hasekimin tâcın tahtın aldılar                                                                                                   Yüreğimi bölük bölük böldüler

Sultan Süleymana tahtımı ver-                                                                                                                         delir

Bana hayf değil mi der Sultan                                                                                                                     Mehmed

Söyleyin Gülnûşa kareler bağla                                                            

                                           sun

Ah ittikçe çiğerimi                       dağlasun                                                                                                                   Sultan Mehmed Şimşirlikteağ-                                                                                                                      lasun

Bana hayf değil mi der Sultan                                                                                                           Mehmed..

Ölüm soğuk ve kötü şeydir. İnsan felâketlere tahammülü bilirse bir gün feleğin çemberi yine aksine dönebilir. Gülnûş yaşadı… Ve oğullarının padişahlığını gördü… Valde Sultan oldu, Valde Suttan olarak öldü. Kabri Üsküdardadır, cadde üzerindedir. Gayet güzel tunç şebekelerle çevrili bir açık türbede yatmaktadır. Yanında, oğlu Üçüncü Ahmet tarafından ruhunu şadetmek için yaptırılmış bir de büyük camii vardır, Yeni Valde Camii diye anılır.


ATLIASES KAMER

On altıncı asır ortalarında, güzelliği dillere destan olmuş bir kadın zorba, bir saçı uzun külhanıdır. Aslı nerelidir, hangi ırktan, millettendir bilinmiyor. Kıbti olması kuvvetle muhtemel ve zehirli bir bataklık çiçeği olduğu muhakkaktır.

Yeniçeriler bu asker ocağından emekliye ayrılıncaya kadar evlenemezlerdi. Hepsi, yüz çizgileri düzgün, vücut yapılan güzel ve sağlam devşirme oranlıktan yetişme, gürbüz, tüvana, şehbaz ve şehlevend, pençeli bekar yiğitlerdi. En ateşli çağlarında bir aile yuvası kurmaktan menediklikleri için İstanbul’un kenar mahallelerinde, sur dışı semtlerinde uygunsuz takımından dost sahibiydiler.

Atlıases Kamer, genç kızlığını çengilikte geçirmişti. Oyunlarında kendine has işve ve cilveleri ve harikulâde güzelliğiyle kibar ve rical arasında dikkati çekmiş, İstanbul konaklarına girmiş, kibar hayatını ya-kından görmüş ve sevmişti. Kendisi de bir konağın hanımefendisi olmayı kurmuştu. Fakat o devir için bir çengi kızın bir İstanbul konağına gelin girmesi “Kıyamet alâmeti” sayılırdı.

Kameri bir yeniçeri dost tutmuş ve sur dışında bir eve kapatmıştı. Bu adam, büyük şehrin hemen bütün zorbalarını bıçağı altından geçirmiş namlı kabadayıymış… Kameri okadar sevmiş ki ocaktan emekliye ayrılmış ve maşukasını nikâhla almış… Bir müddet sonra da ölmüş. Kamere küçük bir ev, ocaktan da günde bir fodla ile bir tas çorba tayın bırakmış. Hayalhanesinde kâşaneler yaşatan güzel dul, bununla kanaat edip yaşayacak değildir… Evinin kapısını yeni ocaklı dostlara açmış… Ve misafiri olan yeniçerilerden pazısına güvenilir birkaç zıpırla bir şirket kurmağa muvaffak olmuş. Bunların delâletiyle ocak bezirgânlarından bir Yahudi tefeciyle tanışmış. Yahudi’nin temin ettiği sermaye ile Ayvansaray taraflarında bir konak alınmış.İçi, Kamer hatunun görgüsüyle mükemmel ve mükellef bir şekilde döşenip dayanmış… Burada bir zevk ve eğlence yeri açılmış. Esir pazarından cariyeler ve köleler alınmış. Bu körpe ve güzel şeyler, şehvetengiz kıyafetlerle, üzerinde kuş sütü eksik işret sofrası başında misafirlere takdim edilmiş. İstanbul’un hovardameşrep zenginleri altın dolu keselerini Kamer Hatunun uyakları dibine minnet ve şükranlarıyla beraber bırakmağa başlamışlar.

Kamer Hatun, hafta sonunda, ırz ehli bir kadın kıyafetiyle arabasına biner, Süleymaniye’deki Ağa Kapısına gider, büyük şehrin asayiş ve inzibatına memur yeniçeri ocağı ağalarına hediyelerini takdim eder, onlar da:

— Var keyfinde ol Kamer Hatun. Biz sağken sana zarar gelmez. Ama falan gece sendeyiz, kaşı şöyle, gözü böyle, şu boyda şu yaşta bir sine bülbülcüğü dahi biz isteriz.

Derlermiş…

Kamer Hatun velinimetleri ocak ağalarına bin bir gece masallarını andıran ziyafetler verirmiş.

Kendisi, konakta, elinde kaplan kuyruğu kamçı, belinde yatağan, bir yeniçeri zorbası gibi dolaşırmış. Ayvansaray’daki mahut konakta, bu müthiş kadının korkusundan en küçük bir vaka olmaz. Bir vaka olsa da dışarı bir şey sızmazmış.

Günlerden bir gün, Kamer Ha-tunun konağında kan dökülmüş. Bir yeniçeri, sarhoşlukla, arkadaşım vurmuş. Katil kaçırılmış, vaka örtbas edilmiş. Yeniçeri ağalan da artık altın yumurta yumurtlayan tavuğun kesilme zamanı geldiğini anlamışlar. Kamer Hatuna gizlice haber uçurulmuş “Evi basılacak. Kamer Hatun yükte hafif pahada ağır mücevheratım koynuna, koltuğuna doldursun. Onu da sürgüne göndereceğiz, fermanlıdır. Gittiği yerde varsın sefayı hatırla ömür sürsün,..” demişler.

Gaflet insanlar içindir. Kamer Hatun bu sözlere inanmak safiyetini göstermiş. Yükte hafif pahada ağır mücevheratını alıp kayıplara karışacak yerde sürgün emrini beklemiş…

İstanbul’dan Orta Anadolu kasa-balarından birine sürülen bu güzel kadının akıbetini gözlerimizle görmüş gibi anlatabiliriz:

İki üç muhafızla yola çıkarılan Atlıases, Bostancı köprüsünü geçtikten sonra Herekeye bile varamamıştır. Yolda bir dere içine sürüklenerek:

— Var tövbe ve istiğfar eyle!..

Emrini almış, feryat ve figanına kulak asılmayarak gerdanına cellât kemendi geçmiş; cesedi de bir meşe fundalığının içine atılmıştır.


ÇENGİ SADBERK

On dokuzuncu asrın külhani şairi Enderunlu Fazıl Bey, yeryüzü kadınlarının şanında kaleme aldığı “Zenannâme” ismindeki meşhur eserinde kıpti kadınlarını beğenmez; fakat:

Karadır rûyi zeni çingâne

Ande simin olamaz cânâne

Kocasına idiceknâz o köpek

Rûyinâpâke tutar bir kıl elek..

Diye çingene kadınlarına hakaret eden şair, ne kadar haksız.. Karası, esmeri, kumralı, sarışım; çingene güzelleri, uzak diyarlara gitmeğe hacet yede, büyük şehrimizin tarihinde, devir devir, ortalığa velvele salmıştır. Bunlardan biri de, muhakkak ki Çengi Sadberk’tir.

Sadberk, Ayvansaray’ın meşhur loncasında açmış bir çiçekti. O zamanlar lonca, bir âlemdi: Büyük şehrin bütün piyasa sazende ve hanendeleri, meyhane çalgıcıları, meyhane köçeği oğlanlar, çengi kızlar ve kanlar loncadan yetişirdi. Bir kısmı, ömürlerini piyasa saz takımlarında, bir veya birkaç gedikli meyhanede, bir ustanın oyuncu kolunda geçirir, bir kısmı da küberadan, vüzeradan, servet sahibi biri tarafından bir konağa çekilir, sadece efendisini ve efendisinin misafirlerini eğlendirirdi. Çengi ve köçekler arasında öyle şöhretler olurdu ki bir düğün veya sünnet düğünü için alta ay evvelinden peylenmesi gerekirdi.

Loncada, kız ve oğlan çocuklar, simaca güzelse ve eli ayağı mütenasip, vücut yapısı kıvraksa, çengi ve köçek yapılırdı. Bir çengi ve köçek de oldukça sert bir talim ve terbiye ile yetiştirilirdi. Raks, göbek çalkama ve göğüs titretme değildi. Bugünün bale artistliği gibiydi. Çıplak ayaklarının incecik kalem kalem parmaklan üstünde bir rüzgâr süratiyle dönen bir köçeğin, tellerine hurda inciler ve rengârenk boncuklar ve gümüş pullar dizilmiş saçlarının dilber yüzü etrafında yağmur kuşağı gibi açılması, bu rüzgâr süratinin peşi sıra koşan zilleri, çıplak ten üstüne giyilmiş sırmalı atlas camadan, incecik beldeki kırmızı şal ve sarı yahut gök mavisi bürümcük fal var, seyredilmeğe değerdi.

Sadberk, evvelâ, ailesi için bir ümit olmuştu. Bu kız, kişmirî tenli, kara saçlı, kara gözlü bir Yunan mabudesi gibiydi. Raksa karşı sonsuz bir istidadı vardı. Fakat yıllar geçtikçe ve kız büyüdükçe, anası babası emeklerinin heba ve ümitlerinin mahvolacağından korkmağa başladılar. Kızın vücudu, âdeta bir delikanlı vücudu gibi inkişaf ediyordu. Elleri ve ayaklan gayet iriydi. Sesi kalın demeyelim, davudi idi. Tavır ve hareketlerinde bir işve, cilve vardı, fakat kadın inceliği yoktu.. Uzun siyah taçlan diz kapaklarında, bir Vernikten ziyade kadın kıyafetinde Apollona benziyordu. Oyuna, kendisine has bir vekarla ağır ağır başlar, gittikçe coşar, açılır, öyle anlar olurdu ki ayaklarının yerden kesildiği, âdeta uçtuğu zannedilirdi. Bir yay gibi kıvrılır, bir zemberek gibi boşanır., ve geniş çıplak tabanlarının üstünde geriye doğru kıvrılarak başını bir hanımefendinin dizine dayadığı zaman, simsiyah, parıl parıl gözlerine titremeden bakılamazdı.

Ailesinin korkulan hilâfına bu erkek yapılı kız, İstanbul’da pek çabuk büyük bir şöhret oldu. Hem öylesine ki en kibar hanımefendiler tarafından mahremiyete kabul edildi Sazan davet edildiği bir konakta, birkaç hafta, hattâ aylarca misafir edildiği olurdu. Çengi Sadberk’in bu muvaffakiyetinin sırrını bir kelime ile hem filozofik bir kelime ile anlatılabilir. Kaç göçün pek sıkı olduğu o devirde, çengi Sadberk, bazı nazenin hanımefendilerle, saz ve söz ve raks eğlenceleri perdesi arkasında safizmmuhabbetleri yapıyordu. Mücevhere karşı son derece hırsı vardı. Geceleri kendisini yatak odalarında misafir eden hanımefendiler, bu müthiş çingenenin her istediğini tereddüt etmeden veriyorlardı.

Sadberk, nihayet, Cebeci Osman Paşanın zevcesi Ayşe Hanımefendiye çattı. Bu kadın, kocasını avucunun içinde oynatan bir şeytandı. Devir bir anarşi devriydi. Alemdar Mustafa Faşa bir yeniçeri ihtilâli ile devrilmiş, söz ayağa düşmüş, Rusya ile de harp vardı. Sadrazam cephedeydi. Padişah İkinci Mahmut gayretli bir vezir bildiği Osman Paşayı İstanbul’da sadrazam vekili tayin etti. Ağır, mesuliyeti vazifeydi. O zamanlar, Babıalinin, bir saray halinde harem dairesi vardı; pek tabiî Ayşe Hanımefendi ile beraber çingene Sadberk de Babıaliye yerleşti. Geceleri, Babıâli haremindeki saz ve nakkarelerin ve şarkı ve türkülerin ahenk gulgulesi sokaklara taşıyordu. Paşa, hareminin yaşayış tarzına çeki düzen vermesi hakkında bir iki ihtar aldı. Fakat karısına karşı oka dar zaafı vardı ki, bir şey yapamadı. Nihayet bir gün, tepeden inme azledildi ve Limni adasına sürüldü; Ayşe Hanımı da Bursa’ya sürdüler.. Çengi Sadberk’e gelince ki hiçbir günahı yoktu, Babıâli bodrumunda boğularak idam olundu ve cesedi bir çuvala konulup geceleyin Sarayburnundan denize atıldı.


GÜZEL FATMA HANIM

On sekizinci asır başlarında yaşamış; yalnız güzelliği değil, güzelliğine denk zarafeti, kibarlığı ve zekâsıyla da meşhur bir Türk hanımdır ki, kendisini, İngiliz edibesi ve Türkiye’deki İngiliz elçisinin zevcesiLadyMantague’nin Londra’da mühibbelerinden bir kontese yazdığı 18 Nisan 1717 tarihli mektup ile tanıyoruz. Güzel Fatma Hanım, sadaret kethüdası (Yani İçişleri Bakanı) Mehmet Ağanınzevcesiydi. Şimdi sözüLedyMontague’ye bırakalım; “Tercümanım olan Rum kadını kethüdanın hanımını ziyaret etmemi ısrarla teklif etti. Gittim, Kapıdan iki haremağası tarafından karşılandım. Beni uzun bir sofadan geçirdiler. Burada, örülmüş saçları topuklarına kadar, elbiselerinin kenarı sırmalı iki sıralı cariyeler dizilmişti. Ayıp olma saydı, kendilerini teker teker daha vakından görmek için duracaktım. Daha sonra, kafesleri yaldızlı bir odaya girince bu kızları unutuverdim. Pencerelere hanımelleri ve yaseminler sarılmıştı, oda çiçeklerin tatlı kokusuyla dolmuştu. Odanın ortasında bir mermer fıskiye vardı. Fatma Hanım zarif İran halılarıyla döşenmiş bir sedire uzanmış, işlemeli beyaz, saten yastıklara yaslanmıştı. Dizinin dibinde takriben 12-14 yaşlarında iki kız, çocuğu oturuyordu. Esvapları serapa elmaslarla müzeyyendi, pek sevimli idiler. Fatma humma gelince, bukadar lâtif bir yüzü ömrüm boyunca gördüğümü hatırlamıyorum. Bir yüz ki, insan, hayran hayran seyretmek istiyor.. Beni görünce ayağa kalktı, elini göğsüne götürerek Türk adetince selâm verdi. Bu selamı okadarasilane ve vakurane verdi ki bu zarafet Allah vergisidir saray terbiyesiyle de elde edilemez. Sedirin üzerinde baş köşeye oturtuldum. Bu güzellik karşısında bir müddet; söz söylemeye cesaret edemedim. O ne mütenasip sima!.. O ne güzel mecmua-ihüsn.. O ne mevzun endam!.. Nedir üstündeki tatlı renk!. Nedir o tebessümlerindeki cazibe. Ne o göler!.. Gözleri iri ve siyahtı ve mavi gözler gibi baygın bakıyordu. Yandan, karşısından, hangi taraftan bakılırsa bir başka güzellikti.Bu ani tesirlerin hayreti geçince, kendisinde küçük bir kusur aradım. Mütenasip olarak güzel bir kadın hoşa gitmez derler,meğer ne kadar yanlışmış. Eski Yunun ressamlarından Apellis mükemmel bir sima vücuda getirmek için sanatın bütün vasıtalarına beyhude başvurmuş, bumucize ancak tabiata vergi imiş, tabiat da onu Fatma Hanımıvücuda getirerek göstermiş. Vakarı ile tavır ve hareketlerinin asaleti ile tereddütsüz söylüyorum, Avrupanın en muhteşem tahtlarından birine kraliçe olarak oturur…

Boylu boyuna beyaz sim kenarlı, sırmalı diba bir entari giymiş. İnce tül gömleğinden gerdanı bütün güzelliği ile görünüyor.Şalvarı soluk karanfil renginde, gömleği gümüşü yeşildi. Beyaz saten terliklerinin işlemeleri pek güzeldi. Zarif kolları elmas bileziklerle süslüydü, Belinde işlemeli kemer, başında da zemini karanfil renginde sırmalı bir çevre vardı, örgü örgü ayrılmış latif siyah saçları topuklarına kadar iniyordu. Başının bir yanına gayet sanatkarane elmas iğneler takmıştı. En vakarlı muharrirler birkaç güzel tablodan, birkaç meşhur heykelden vecdile bahsetmişlerdir, neden tabiatın nefis bir mahlûku bu âciz kopyalar kadar methe şayan olmasın!. Hiç utanmadan itiraf ediyorum: En güzel bir heykelden ziyade dilber Fatmayı seyir ve temaşadan mütelezziz oldum. Fatma Hanım, dizi dibinde gördüğüm çocukların kendi kızları olduğunu söyledi.Halbuki kendisi bunların annesi görünmeyecek derecede taze idi. Yirmi kadar cariye, oturduğumuz sedirin alt başına dizilmiş, bana su perilerini hatırlattı. Bu manzara yazılamaz, gözle görmek lâzımdır. Fatma Hamın çalgı çalmalarını, oynamalarını emretti. İçlerinden dördü lavtaya, kitaraya benzeyen sazlarla gayet rakik havalar çalmaya, türküler söylemeye başladı, öbürleri oynuyorlardı. Böyle bir raksı da ömrümde görmedim. Fevkalade oynak ve şehvetengiz bir raks.. Gözlerinin süzülüşünü vücutlarının arkaya kıvrılışını ve sonra sanatkarane bir çeviklikle doğrulumunu gören en katı ruhlu bir zahit, kendinden geçecektir. Türklerin musikisi kulakları tırmalar diyen Avrupalılar, sokaklardaki baldırı çıplakların ulamalarından başka bir şey işitmemişlerdir. Londra sokaklarının mızıkacıları da muhakkak ki İngiliz musikisini temsil etmezler.

Oyun bitince, odaya ellerinde gümüş buhurdanlarla dört sarışın cariye girdi. Havayı amber, sarısabır ve sair güzel kokularla kokulandırdılar. Sonra diz çökerek bana Japon porselenleriyle, al bir tabağın içinde kahve verdiler. Güzel Fatma Hanım benimle gayet nazikâne, zarifane, konuşuyordu. Bana “Güzel Sultanım” diye hitap ediyordu. İngilizce bilmediğini üzülerek söyledi. Ayrılacağım zaman iki cariye işlemeli çevrelerle dolu güzel bir gümüş sepet getirdiler, Fatma Hanım bu çevrelerden en güzelini seçti: “Güzel Sultanım!.. Başım için kabul edin.” dedi. Ah aziz hemşirem.Fatmayı beraber ziyaret etmeliydim!..

LadyMontague, aynı muhibbesine 10 mart 1718 tarihli diğer bir mektubunda Güzel Fatmadan şöyle bahsediyor:

“…Dünn yine Güzel Fatmayı ziyarete gittim. Gözüme eskisinden daha güzel göründü. Beni oda kapısından karşıladı. Gayet zarif bir eda ile elini uzatarak, kendisini melekler kadar güzelleştiren tebessümü ile:

“- Hıristiyan kadınları için vefasız derler.. Sizi bir daha göremeyeceğim sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki hoşunuza gitmek saadetine nail olmuşum. Kadınlarımıza hakkınızda neler anlattığımı bilseniz, tarafınızdan muhibbelik unvanına lâyık olduğumu kabul edersiniz, dedi.

“Bir ara Güzel Fatmaya: “Simanız kadar lâtif bir sima Londra’da veya Paris’te ne velveleler uyandırırdı!” dedim. Gayet zarif bir tebessümle.

“- Güzel Sultanım bu sözünüze inanamam. Eğer memleketinizde güzellik, dediğiniz gibi o derece takdir edilmiş olsaydı sizin buralara gelmemeniz lâzımdı!. dedi.

“Aziz muhibbem. Size bunu övünmek için değil, Güzel Fatmanın zekâ ve zarafetini göstermek için yazdım.”


HACI ZİBA HANIM

Bir Çerkez güzeliydi. Irkının, güzellik adına en güzel çizgilerine ve renklerine ve en kuvvetli karakterine sahipti. İnatçı ve tok sözlüydü. Osmanlı sarayında, dilini padişaha karşı bile tutmamıştı; üçüncü Selim Çerkez Zıbâ’yı hazine kethüdası Halil Efendiye odalık diye verirken:

-Dindar ve eteği belinde ev kadınıdır diye takdim etmiş, sonra gülümseyerek ilâve etmişti: “Vâkıâ dili biraz gönül incitir… Ama.. Sen hoş tutarsın!..” demişti.

Halil Efendi de gayet namuslu, doğru, tok sözlü, sonsuz medenî cesarete sahip, hak ve hakikat uğrunda fikirlerini sakınmadan söyler, hiç kimseden korkmazdı. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştu. Kendisine odalık diye verilen Zîbâya nikâh kıydı. Halil Efendi saraydan çıkıp ilmiye mesleğine girmişti. Konağının bütün idaresini Zîbâ Hanıma reketti. Bununla da kalmadı, vazifesine taallûk eden bazı hususlarda da, vicdanının temizliğine inandığı karısının mütaleasını sorardı. Hacca beraber gidip geldiler. Hacı Halil Efendi Rumeli Kazaskeri tayin olunduğu zaman, devrin nüktedanlarından biri: “Rumeli Kazaskerliğini ehline!” verdiler demişti.

Nişancı Halet Efendi’nin İkinci Sultan Mahmud’u, avucunun içinde kulda gibi oynattığı devirdeydi Halil Efendi Şeyhülislâm oldu. Padişahın kukla olduğu devirde Sadrazamın da Şeyhülislâmın da Hâlet Efendinin keyfine göre iş görmeleri gerekirdi. Buna tahammül edemeyenlerin mevkilerinde durmalarına imkân yoktu. Halet Efendiyle münasebetlerini husumete kadar vardıranları ise tek akıbet beklerdi: dam olunmak!.. Hacı Halil Efendi pek tabiîdir ki Halet Efendinin havasına uymadı, bununla da kalmayarak münasebetleri husumete, karşılıklı nefrete kadar vardı. Efendiyi ölüm cezasına karşı koruyan tek siper meslekiydi.. Ulema Efendiler idam edilmezlerdi.. Ama, Halil Efendi, müfsit ve entrikacı Halet Efendinin ağır bir darbesini bekleyebilirdi..

Halet Efendinin zevcesi LebibeHanım cahil bir kadındı, kocasının sonsuz nüfuzundan okadar gurur getirmişti ki yüzünden düşen bin parça olurdu.. Kocasının bütün işleriyle alâkadar olduğu için Hacı Ziba Hanım da Hâlet Efendiye sonsuz bir kin beslemekteydi. Bir gün Beylerbeyinde Havuzbaşı mesiresine giden Hacı Ziba Hanım orada Lebibe Hanıma rastladı. Ve Çerkez damarları bütün dehşetiyle gerildi. Hâlet Efendi ile Lebibe Hanım hakkında ağzına geleni en ağır sözleri, küfürleri savurdu. Bunuma da kalmadı mesirede bulunan sair “kadınları ve çocukları kışkırttı ve kendi cariyeleriyle beraber Lebibe Hanım takımına hücum etti. Havuzbaşı me­siresi kadınlar hamamına döndü ve güçlükle kaçmağa muvaffak olan Le­bibe Hanım yalısına gittiği zaman düşüp bayıldı. Hâlet Efendi gibi nü­fuz sahibi bir devlet adamının bukadar ağır bir hakareti hazmetmesi imkansızdı. Şeyhülislâm Efendi azledil­di ve karısıyla beraber Bursaya sür­gün gönderildi. Hâlet Efendi için Ha­lil Efendi artık ikinci plânda kal­mıştı. Bilhassa karısının ısrarıyla Zıba Hanımı yok etmek için çalışmaya baş­ladı.

Bursa, İstanbul’a nekadarcık yer.. Halil Efendi hademesinden aşçı, ara­bacı makulesi İstanbul’a gelip gittikçe Halil Efendinin tekrar Şeyhülislâm olarak Hâlet Efendiye galebe çala­cağım cahilâne bir övünme ile söy­lerlerdi. Hâlbuki aslında bu adamlar, Hâlet Efendililer tarafından teşvik ile söyletilirdi. Halil Efendinin men­fası bir müddet sonra Bursa’dan Afyonkarahisarına tahvil edildi ve Ziba Hanım Bursa’da yalnız kaldı. O za­man, Hâlet Efendi ile Lebibe Hanım müthiş düşmanlarını kahretmek ve Havuzbaşı vakasının intikamını almak için şeni bir suikastı tereddüt etmeden hazırladılar. Güya bir ihbar üzerine, Halil Efendinin Şehzadebaşında konağının ahırı basıldı, orada içi gübre ile doldurulmuş ve ağzı dikilmiş bir çuval bulundu, gübrenin içinden de bir siyah kuzu ölüsü çıktı.. Bunlar hemen bir küfeye konularak Huzuru Hümayuna arzedildi: Zıba Hanım Hacı değil, bir büyücüydü!.. Bu manzara karşısında her tarafını gazap ateşi kavrayan Sultan Mahmut derhal Hacı Zıba Hanımın idam fermanını verdi. Padişahtan bu fermanı koparan Halet Efendi, Huzurdan etekleri zil çalarak ayrıldı..

Bir Ramazan ayı içinde idi. Hacı Zıba Hanım bu melanetten gafil, namaziyle, ibadetiyle meşguldü. Bir gün konağın kapısına, beş altı dev gibi yeniçeriyle bir araba geldi.. Adamlar Hanımın huzuruna çıktılar: “Efendi seni Karahisara istetmiş.. Fakat Padişahımız suçunuzu tamamen affettiler.. Şimdi sizi İstanbul’a götürmeğe memuruz!..” dediler. Hacı Zıba Hanım yine şüphelenmedi. Yükte hafif pahada ağır mücevher çekmesini aldı, İstanbul niyetine akrabaya bindi. Fakat cellâtlar şehirden çıkar çıkmaz arabayı bahçeler arasında tenha bir yola soktular. Hanımın ferace yakasına pençelerini atıp arabadan indirdiler ve boğdular. Boğmakla da kalmayıp na’şını ana doğması çırılçıplak soyup yol kenarına bıraktılar.Vak’a Bursa’da şayi olunca derin bir teessür uyandırdı. Bursa âyanı Hacı Zıba Hanımı teçhiz ve tekfin ettirip defnettirdi. Halil Efendiye gelince, vakayı anlatırlarken üzerine evvelâ bir fenalık geldi… Ziba’nın bir afeti devran olduğu çağlardı, Sultan Selim merhum, kibar yüzünde tatlı tebessümüyle: “… Vakıa dili biraz gönül incitir… ama, sen hoş tutarsın!..” demişti. Hoş tutmak ne kelime.. Baş tacı, gönül tahtının sultanı etmişti.. Evet.. Halil Efendiye evvela bir fenalık geldi.. Onu kalbi bir darbede durduran bir felç takip etmişti.


HATİCE ALİME HÜMA SULTAN

1431 yılında evvelâ güneş tutuldu; Konstantiniye ve civarında ortalık zifiri karanlık oldu. Gün ortasında gökyüzünde yıldızlar göründü.

Arkasından üç gece arka arkaya fecri şimali güründü.

Sonra bir kuyruklu yıldız doğdu ve en azametli duruşu da Konstantiniye ve etrafından seyredildi: Kuyruğu Doğu ufkunda, bap gök kubbesine doğru semayı bir hafta kadar murassa bir sorguç halinde tezyin etti.

O yıl ve ertesi yıl Anadolu’da ve Kümelinde doğan çocukların çoğu oğlandı; atların yavruları erkek olmuştu ve ineklerin yavruları dişi ölmüştü; keçiler ve koyunlar ikiz doğurmuşlardı. Tarlalarda başakların taneleri iri ve dolgun olmuştu; bağlarda, bahçelerde ağaçlar nakil gibi meyve ile donanmıştı.

1432 yılı Mart ayının 29/30 uncu gecesi bir Pazar gününün sabahına karşı, İkinci Sultan Murad’ın bir oğlu dünyaya geldi. Baba, sabah namazını kılmış, seccadenin üzerinde Kur’an okuyordu; Surei Muhammedi bitirmiş, Surei Fethe başlamak üzereydi. Bir oğlu dünyaya geldiğini söylediler. Genç adam, henüz yirmi yedi yaşında, gözleri sevinç yaşlarıyla dolarak:

-Ravza-i Muratta bir gül-i Muhammedi açtı!.dedi.

Ve sonra:

-Bu Şehzade Mehmediminkudumu şanına alemegülab-ı meserret saçılsın! dedi.

Doğumu yedi gün yedi gece donanma ve şehrayin ile karşılanan bu Şehzade Mehmet, istikbalin Fatih Sultan Mehmed’i olacaktı; ve onu doğuran ana da, Kastamonu ve Sinop hükümdarı İsfendiyar beyin kızı HaticeAlime Hüma Hatundu; Şehzadesini bağrına bastığı zaman henüz on beş yaşındaydı. Eşsiz güzeldi; huriler, periler, melekler ellerine ve ayaklarına su dökemezlerdi.

Gelin kızı almak için Kastamonu’ya, çaşnigirbaşı Elvan beyin riyasetinde kalabalık bir heyetgitmişti. Bu heyetin başlıca simaları Hadım Şerefettin Paşa, Reyhan Paşa, Çelebi Sultan Mehmed’in dadısı ihtiyar Mirrih hatun ve Germiyanoğlu Yakup beyin zevcesi Rabia hatundu; ki Rebia hatuna Sultan Murat fevkalâde hürmet eder, “Şahana” diye hitap ederdi. Gelin alıcılar Kastamonu’da pek tantanalı karşılanmıştı. Geceli gündüzlü mükellef ziyafetler verilmiş karşılıklı ağır hediyeler takdim edilmiş ve hurçlar, sandıklar dolusu çeyiziyle “Ol mahbube-i nazenin” Şah ana hatuna teslim edilmişti. Gelin, Kastamonu’dan Bursa’ya kadar; kâküllü yelesi ve kuyruğu altın ve gümüş tellerle süslü ve alnı sorguçlu, murassa eyerli bir beyaz at üzerinde getirilmişti. Bütün civar kasaba ve köyler halkı yollara dökülmüştü. Sırma işlemeli kalın duvağının altından gelinin yüzü görünmüyordu, fakat atın üzerinde fidan boylu bir kızın oturduğu belliydi.

Bursa’da muazzam ve muhteşem bir düğün olmuştu; Sultan Murat Hümâ Hatunu alırken, üç kız kardeşinden birini Hümâ Hatunun erkek kardeşi Kasım beye, birini vezirlerinden Karaca Paşaya, birini de Çandarlı İbrahim Paşanın oğlu Mahmut Çelebiye vermişti. Bu düğün münasebetiyle Bursa’ya giden düşkünler, fakirler, şahane cömertlikle saçılan ihsanlarla ihya olarak döndüler.

Türk tarihinin en büyük, şanlı simalarından birini, İstanbul Fatitihi Sultan Mehmed’i doğurmuş olan güzel Hüma Sultan, nekadar yazıktır ki otuzuncu baharını bile göremeden öldü. Güzel, zarif, âlicenap, şefkat ve rahmeti bol, has manasıyla insan olan kocasına ve oğluna doyamamıştı. Anasını kaybettiği zaman Şehzade Mehmet on bir yaşlarında kadardı.

Hatice AlimeHümâ Sultan Bursa’da müstakil bir türbede yatar; türbe oğlu tarafından şehzadeliği zamanında ve İstanbul fethinden üç sene evvel 1449 da yaptırılmıştır; Bursalılar “Hatuniye Türbesi” derler.


HUBBİ HATUN

On altıncı asrın büyük kadın şairlerinden Ayşe Hubbî Hatun, Osmanlı sarayının da güzelliği muhitini teshir eden bir simasıydı.

İkinci Sultan Selim’in hocası Şeyh Yahya Efendinin torunuydu. Servet ve refah içinde büyümüş, çok ciddi bir tahsil ve terbiye görmüştü. Saraya dedesinin nüfuzu sayesinde intisap etmiş ve boşa bir zaman içinde İkinci Selimin gözde nedimelerinden biri olmuştu.

Kanuni devrinin azamet ve şevketi, oğlu Selimin saltanatında da bütün parlaklığıyla devam ediyor,

Sultan Selim, devlet işlerini büyük vezir Sokullu Mehmet Paşaya terketmiş, kendisi sadece zevklerini, eğlencelerini düşünüyordu. Gece ve gündüz, yaz ve kış, bir dünya Cenneti o’anİstanbul’da işret sofrasının başından kalkmıyordu. Ya bir sarayın mermerli, çinili, altın nakışlı; ipekler, atlaslar, sırmalar, inciler, bülurlarla şakır şakır yanan bir salonunda yahut güller, yaseminler, hanımelleri, lâleler, sümbüller, karanfillerle bezenmiş havuzlu fıskiyeli bahçelerde saz ve sözle, huri ve gılmanlarla sızınca ya kadar içiyordu. Ve ekseriya, muhteşem bir saray hamamında, vücudu nermin ellerle ovula ovula kendine geliyordu. Sarışın ve güzel adamdı. Bir lâkabı “Sarı”, bir lâkabı da “Sarhoş” idi. Sarhoş Sarı Selimin işret ve muhabbet ve saz meclislerinde seçkin simalardan biri deHubbi Hatundu. Şen ve şakrak, asil ve zarif bu güzel kadın, bu şeyh torunu, Padişaha bir gün öç bin beyitlik “HurşidüCemşid” adındaki manzumesini okuyor, ayyaş hükümdar şair kadının har beyitini 100 altınla satın alarak 30000 altınlık muazzam bir ihsanda bulunuyordu; Hubbi Hatun ne içli konuşuyordu:

Sular şûride hal olmuştu gayet

Çeçen ahvali eylerdi şikâyet.

Su, rahmet hattını eylerdi tahrir

Nesim ol âyatı eylerdi tefsir…

Hubbi Hatun Akşemseddin torunlarından Şemsi Çelebi ile evlenmişti. Bir kızı olmuştu; onu da devrin ulemasından Mehmet Vusuli Efendiyle evlendirdi. Mehmet Vusuli Efendi, kaynanasının nüfuzu sayesinde İstanbul kadılığına kadar yükselmişti; İstanbul zürafası bundan ötürü efendiye “Hubbî Mollası” lâkabını takmıştı.

Ayşe Hubbi Hatun şen, şakrak, şuh bir kadındı; fakat afifti. Sadık bir zevceydi. Bir gün kulağına bir dedikodu çalınmıştı. Padişah ile aralarında gizli bir münasebet olduğu yolunda. Çok üzülmüştü. Dedikoduyu çıkaranlar, Haremi Hümayunda onun üstün şahsiyetini çekemeyenlerdi. Kadınlık şerefinin müdafaasını kendisine bir vazife bildi. Yine bir sohbet ve işret meclisinde, Padişah huzurunda bu dedikoduyu açığa vurdu. Ağladı. Ve kendisini, hamen o anda söylediği şu şahane beyitle müdafaa etti:

Bastdırreftarımız manendi

tutiya…

Bizhezarandidei mahmura gir-

miş çıkmışız…

Beytin bugünkü dilimize çevrilmiş şekli: “Bizim tavır ve hareketimiz, gidişimiz, sürmedanlığın mili gibi dümdüzdür. Bizim güzelliğimiz binlerce mahmur göze öylece girip çıkmıştır.”


İstanbul da hiç beklenmeyen bir esnaf ayaklanması Kösem’i ve Kösem’in siyasi müttefiki yeniçeri ocağı ağalarının dehşet içinde bırakmıştı. Halk, ağaları, padişahın saltanat ortağı, memleketi rüşvet ve zulümle inleten türedi mütegallibeler olarak itham ediyor ve onların saraydaki müttefiki “Valide-i Muazzama” nın eski saraya gitmesini istiyordu: “Küçük Padişahımızın kendi anası vardır!..” diyordu..

Kösem yeniçeri ağalarıyla beraber yeni ve korkunç bir saltanat darbesini hiç tereddüt etmeden hazırladı; çocuk padişah zehirlenecek; bunda muvaffak olamazlarsa Kösem’in para ile elde ettiği bostancı başı bir gece saray kapılarını açık bırakacak, ağalar da yeniçerilerle beraber sarayı basıp Dördüncü Mehmed’i, anası Turhan Sultan’ı ve Turhan’ın sabık taraftarlarını, bu arada Kızlar ağası zenci Uzun Süleyman ağayı katledeceklerdi. Tahta Sultan Mehmed’in kardeşi Süleyman oturtulacaktı. Fakat Kösemin cariyelerinden Melekî isminde bir kız bu suikastı Turhan Sultan’a haber verdi ve Turhanlılar, suikast gecesi Kösemin dairesini basarak Valide-i Muazzamayı öldürdü. Sahne pek müthiştir:

Kızlar ağası yalın kılıç başa geçmiş. Arkasında “Padişahımız uğruna canımız feda olsun!..” diyen sadık zülüflü baltacılar, kapıya dayanmıştı. Kösem, gelenleri yeniçeriler zannetmiş, elinde bir altın şamdan kapıya koşmuş:

—Geldiniz mi? diye sormuştu. Süleyman Ağa:

—Beli geldik! demişti.

Zencinin sesini tanıyan Kösem dehşet içinde donakalmış. Şamdanı kapının önünde bırakarak içeriye kaçmış, bir yüklüğün içine saklanmıştı.

Kapıyı kıran Turhanlılar, Valide-i Muazzama dairesini yağma etmişler… Fakat aradıklarını bulamamışlardı. Kuşçu Mehmet isminde bir genç baltacı yüklük kapağını açmış. Bir iki şilte çekince Kösem’in yuvalarından fırlamış gözleriyle karşılaşmıştı. Delikanlı:

—Çık! diye emretmiş. Cevap alamayınca pençesini ihtiyar sultanın yakasına atarak çekip çıkarmış ve Valide-i Muazzama genç baltacı neferinin çıplak ayaklarına kapanarak:

—Kıyma bana şehbazım. Seni Karun hazinesine garkedeyim. Beni Padişahımıza diri götür!

Diye yalvarmıştı…

Mehmet:

—Koca valide burada. Bre koşun. Koşun! diye bağırmıştı.

Ortalık karışmış, baltacılar Köseme kılıç ve hançer üşürmek istemişti. Kuşçu:

—Kılıç çalman. Bre savulun. Savulun diye bir nağra atmış ve Kösem’i boğmak üzere kollarını sıvamıştı.O sırada Kösem elini koynuna sokmuş yattığı yerden avuç avuç mücevher ve altın saçmaca başlamıştı. Baltacılar bunları yağma için birbirlerini çiğnerken Valide-i Muazzama yerinden kalkmış ve yaşından umulmayan bir çeviklikle fırlayarak kaçmak istemişti. Fakat Kuşçu bir pars gibi atılarak Kösem’i altına almış ve pençelerini gırtlağına geçirmişti.

Kösem:

—Yiğit. Kıyma bana. Celladım olma! diye inlemiş, Mehmet de:

—Merhametten, bilmediğin şeyden bahsetme. Kelime-i Şahadet gelir! demişti.

Delikanlının parmakları boynuna gömülürken Kösem bir şeyler mırıldanmıştı; biraz sonra da yere bir külçe halinde serilmişti. Kuşçu Mehmet üzerinden kalkınca yeni bir yağma başlamıştı. Valide-i Muazzamanın üstüne atılan baltacalar, koynunda kalan son mücevherleri parmaklarından yüzüklerini, boynundan altın muskalarını küpelerini alıyorlardı. Bu arada.

—Öldü!öldü! Sesleri yükselmişti. Bunu da bir panik takip etmiş. Zülüflü hahamlar Kösem Sultan’ın dairesinden çıkmışlar, kaçmışlardı. Odada yalnız Kuşçu Mehmet kalmıştı. Delikanlı, bir Padişahın karısı, iki padişahın anası bir padişahın büyük anası olan bir kadını boğmuş olmanın ağır mesuliyeti ve dehşeti altında perişan bir haldeydi. O sırada Kösem, derin bir iniltiyle basını çevirmiş ve gözlerini açmıştı.Mehmed’i görür görmez de canhıraş bir çığlık atmıştı. Delikanlıya gelince, artık deliye dönmüştü. Artık pençelerini kullanmağa cesaret edememiş gözüne ilişen bir perde kordonunu koparmış ve ilmek yapıp Kösem’in boynuna geçirmiş ve iki urunu çılgın gibi çekmeğe başlamıştı. Kösemin zindan ve burnundan bir kan boşanmış. Kuşçu Mehmed’in üstü ve ellen kan içinde kalmıştı Osmanlı sarayında yarım asırdan fazla hüküm sürmüş muazzam ve muhteşem kadın ölmüştü.

Ertesi gün, birkaç kişinin omuzunda, saltanatına, aşkına, güzelliğine duyamadığı kocası Birinci Sultan Ahmed’in türbesine götürülecek, defin edilecekti.


Sırbistan Kralı Yorgi Brankoviç’in kızı Prenses Mara, İkinci Sultan Murat’a gelin geldiği zaman, Milâdın 1435 yılında, henüz on dört yaşında bir gül koncasıydı. Babası, Padişahın aleyhinde siyasi entrikalar çevirmiş, Macar Kralı ve Karamanoğlu ile birlik olmuş, fakat Sultan Murat Macar Kralını bozguna uğratınca aman dilemiş, 50.000 altın haraç vererek kızını Padişaha takdim etmişti. O asrın müverrihlerinden Derviş Ahmet Âşıkî’nin ağzıyla nakledelim:

“Sırp Kralı elçiler gönderdi, elçilerle mübalâğa armağanlar gönderdi ve etti kim:

-Kızımın cihazı tamam oldu, adam gönderin cariyenizi alın!., dedi.

Paşalar hünkâra:

-Almak gerek Sultanım!., dediler.

Hünkâr dahi:

-Tedarik ne ise görün!..

“Üsküp’ten İshak Beyin hatununu gönderdiler. Sırp Kralı kâfir beylerinin hatunlarını karşı gönderdi. Çok konukluklar ettiler. Gayet iyi tazim ile Semendire’ye getirdiler. Kızın cihazının hesabını yazmışlar, defterini verdiler. Kral:

-Ben cihazı kızıma vermedim, hünkâra verdim, dilerse bu cariyesine versin, dilerse gayrı cariyesine versin! dedi.

Velhasıl kızı alıp Edirne’ye getirdiler.. Hünkâr düğün yapmadı:

-Bir sipahinin kızına düğün ne gerek!., dedi.

Bu küçük Prenses, istikbalin Fatih Sultan Mehmed’ine üvey ana olarak gelmişti.. Bir müddet Edirne sarayında oturdu, sonra Bursa sarayına gönderildi.

Türk tarihinde mütedeyyin, lûtufkâr, âdil, metin, cesur ve şerefli, vücut yapısı ve yüzü ile güzel adam Sultan Murat, Mara Sultanın vicdanına müdahale etmemiş, ısrar edilmeyince o da İslamiyet’i kabul etmemişti. Tam on iki sene bir Müslüman hükümdarın sarayında mutaassıp bir Ortodoks olarak yaşamıştı; kocasına da sonsuz bir hürmet ve derin bir aşkla bağlanmıştı.

1451 de Gazi Sultan Murat öldü.. Mara’nın üvey oğlu Sultan Mehmet yirmi bir yaşında tahta oturdu. Mara Sultan genç Padişahtan memleketine iadesini istedi.. Sevgili kocasının ölümünden sonra hayatının sonuna kadar çıkarmamağa yemin ettiği siyah matem esvabıyla Sırbistan yolunu tuttu; henüz yirmi altı yaşında genç bir duldu. Başta Bizans imparatoru Konstantin gelmek üzere ondan fazla Hristiyan hükümdarının izdivaç teklifini şiddetle reddetti, bir manastıra kapanarak rahibe oldu. Fatih Sultan Mehmed’e gelince, üvey anasına bu şayanı hürmet kadına hiç kimseyemuhtaç olmayacak büyük nakdî yardımlarda bulundu..

Mara Sultan, yedi sene sonra bir aile faciasıyla karşılaştı: Babası Yorgi ölmüş, Gregovar,Etyen ve Lâzar isminde üç oğul bırakmıştı. Gregovar ve Etyenkör idiler, Lâzar ise hunhar bir ruh taşıyordu. Kral olur olmaz ilk işi Anası Kraliçe treni, amcası Toma ile kör kardeşlerini ve Mara Sultanı bir kaleye kapatmak oldu. Anasını zehirletti, ölüm sırası öbür bahtsızlarındı. Fakat Fatih Sultan necip bir müdahalede bulundu; Sırp Kralına emir yerinde bir ferman göndererek üvey anasını resmen istedi. Kör Gregoar ile Toma amcayı, Maranın kız kardeşi Prenses Katerina’yı ise gizlice kaçırttı. Brankoviç ailesinin bu son erkânını Aynaroz civarında İstrimon nehri kenarında Yasovo’da büyük bir manastıra yerleştirdi. Mara Sultan ölünceye kadar burada kaldı. Fatih’in âlicenabane yardımları sayesinde bir yoksul çocuklar yurdu kurdu.. Elem ve ıstıraplarının tesellisini su sesi ile çocuk cıvıltılarında buldu.


On altıncı asır sonlarında İstanbul’da müthiş bir zabıta vakasının kahramanı olmuş bir kadındır.

Aksarayda Muratpaşa camiinin imamı Hafız İlyas Efendinin iki karısı vardı. Hali vakti yerinde, şeriat de dörde kadar izin verdiği için bunların üzerine on dört yaşımda bir kız almıştı. Vücudunun kadın çizgileri henüz inkişaf etmemiş olan küçük Haticeyi babası yerinde bir adama vermek, o devirlerin pek tabiî görülen münasebetsizliklerindendi. Narin, zarif, güzel kızcağız, boynu bükük mor menekşe gibi gelin gitmişti.

Bir gün iki ortağıyla beraber sokağa çıkan imamın küçük karısı, çocuk cesaret ve lâubaliliğiyle bir yeniçeri neferinin yüzüne biraz fazla mânalıca bakmıştı. Yeniçeri de yüzüne bakılmağa değerdi: Henüz otuzuna basmamış, güneşe “Ya doğ, yahut doğayım!..” diyen erkek güzeli tığ gibi delikanlıydı, afili,uçan yeniçeri kıyafetiyle âfeti devrandı. Haticenin yaşmak altından alevli bakışı, bu bekâr uşağının gönül çatışım tu tuştum vermişti. Kadınları uzaktan takip etti, Muratpaşa imamının evini öğrendi; Hatice de gece rüyasında güzel yeniçeriyi görmüş olacaktır.

Bir gön Muratpaşa semti bir haberle çalkandı: Bir yeniçeri neferi Hafız İlyas Efendinin küçük güzel karısını kaçırmış. Mahalle namusu şahlanıvermiş ve mahallemin ileri gelenleri, peşlerine taktıkları kalabalıkla Paşa Kapısına gitmiş, ırz ve namus yaramaz yeniçeriyle kahpe kadının düşmanı yaramaz yeniçeriyle kahpe kadının aranmasını, cezalandırılmasını istemişti. Sadrâzam, Muratpaşalılara suçluları bulacağını vaadetti.

Âşıkla maşuka İstanbul’da mıydılar?!.. Yoksa koca imparatorluğun akla, hayale gelmeyecek bir köşesine mi kaçmışlardı?

Sadrâzam, İstanbul’un büyük zabıta âmirlerinden Bostancıbaşı Ferhat Ağayı çağırdı ve meçhul yeniçeriyle imamın karısının en kısa zamanda bulup şiddetle cezalandırılmasını emretti.

Ferhat Ağa işe, yeniçeri ocağında tahkikatla başladı. Ocağın sicil kütüğünde uygunsuz ve yaramazlık-la tanınmış olanlar takip edildiler, hepsinin bu işte alâkası olmadığı görüldü. Bostancıbaşı, koca şehri karış karış aradı, taradı; bekâr hanlarım, odalarım bastı; genç bir kadın kaçır-mış yeniçeriyi bulamadı. Ve İstanbul’dan ümidini kesince Üsküdar tarafına geçti.

Üsküdar, on altına asır sonlarında, büyük ve mamur bir belde idi.

Denilebilir ki Ana dolunun en büyük şehriydi. Zengin bir günlük hayatı vardı. Kıyafetini tebdil etmiş olan Bostancı başı çarşı pazar dolaşırken, iskele civarında bir yeniçeri neferi dikkatini çekti. Temiz ve güzel yüzlü olan bu delikanlının yanında, yine yeniçeri kıyafetinde on dört, on beş yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Ocağa yeni yazılmış ve henüz bıyıklan terlememiş gençlere “civelek” denilirdi; o devrin âdetince, civeleklerin kaşı gözü yerinde, güzel olanları yüzlerine kız çocukları gibi bir peçe koyarlardı; yeniçerinin yanındaki çocuğun yüzünde de böyle bir peçe vardı. Ferhat Ağa yeniçeri neferiyle arkadaşının yolunu kesti.

—Bu çocuk kim olur? dedi.

Yeniçeri gayet sakin:

—Orta yoldaşım civelek karındaşımdır!..

Cevabını verdi; verdi ama yüzünde beliren korku ve telâşı gizliyemedi. Ferhat Ağa:

—Kolluğa gelin!..

Diyince, delikanlı ayak diredi, civelekle beraber kaçmak istedi:

—Benim kollukta işim yoktur!..

Dedi; fakat Ferhat Ağanın pençesinden kurtulamadı.

Kollukta müthiş hakikat küçük bir muayene ile meydana çıktı. Yeniçerinin yanındaki civelek kadındı; Muratpaşa imamının karısıydı. Maşukasını kadın kıyafetiyle bekâr odalarına ve bekâr hanlarına kabul ettiremiyeceğini gören yeniçeri küçük güzel Hatice’nin saçlarını kestirmiş ve onu oğlan kıyafetine sokarak Üsküdar’a geçirmiş. Balaban iskelesinde “Civelek orta yoldaşımdır” diye bir hana yerleşmişti.

Ferhat Ağa deliye döndü: Kadın kaçırmak, evli bir kadın kaçırmak, bir imam karısı kaçırmak, bir Müslüman kadını oğlan kıyafetine sokup çarşı pazar, han hamam gezdirmek!..

Suçlu yeniçeriyi bir kayığa atan Bostancı başı soluğu Tophanede aldı. Delikanlıyı idam ettirecekti. Ama nasıl?!..

Evvelâ ayak, bacak ve diz kemikleri kırıldı; oyluklarından aşağısı kanlı bir et yığını haline gelmiş olan biçare, yağlı paçavralara sanlı ve bir havan topunun namlusuna gülle gibi tıkıldı. Sonra, topa ateş verildi ve havaya bin parça olarak uçuruldu.

Güzel Hatice’ye gelince; onun bir ceza kaydına rastlamıyoruz. Fakat sağ bırakılmadığı muhakkaktır. Kollukta boğmuşlar, cesedini bir çuvala koyup geceleyin Şemsipaşa sahilinden Boğaz akıntısına atıvermişlerdir.

Paylaş

CEVAP VER